Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam161
Toplam Ziyaret771330
Hayvan Çiftliği


"Bütün kitaplar eşittir; ama kimi kitaplar diğerlerinden daha eşittir!"
George Orwell

"Hayvan Çiftliği" George Orwell tarafından yazılan ve ilk kez 1945'te basılan kısa bir hikaye. Hikaye, eşitlik ve adalete dayalı bir toplum yaratmak amacıyla, hayvanların insanlara karşı ayaklandığı bir çiftlikte geçiyor.

"Hayvan Çiftliği", Rus Devrimi'ne ve Joseph Stalin dönemindeki Sovyet rejiminin yükselişine yol açan etkenlerin simgesel bir anlatısı olarak yansıyor. Orwell, iktidarın yozlaştırıcı doğasını ve ihtilallerin baskıcı bir sistemi diğeriyle değiştirme eğilimini eleştiriyor.

"Hayvan Çiftliği" aynı zamanda propaganda, manipülasyon ve eleştirel düşünmenin önemini de araştırıyor. Domuzların anlatıyı kontrol etme ve tarihi yeniden yazma yetenekleri, iktidardakilerin kitleler üzerindeki kontrollerini sürdürmek için bilgiyi nasıl manipüle ettiklerinin açık bir tasviri. Hayvanların, domuzların aldatmacasının arkasını görememesi, kör sadakatin tehlikeleri hakkında bir uyarı görevi görüyor.

Orwell'in "Hayvan Çiftliği"ndeki yazım tarzı doğrudan ve erişilebilir olup, okuyucuların altta yatan siyasi mesajları anlamasını kolaylaştırıyor. Hayvanların karakter olarak kullanılması hikayeye evrensel bir çekicilik kazandırıyor ve okuyucuların romandaki olaylar ile gerçek hayattaki tarihi olaylar arasında paralellikler kurmasına olanak tanıyor.

Genel olarak “Hayvan Çiftliği", herhangi bir siyasi sistemdeki yolsuzluk ve zorbalık potansiyelini vurgulayan güçlü bir edebi eser olarak duruyor; rehavetten doğacak tehlikelere, adaletsizlik ve baskı karşısında uyanık kalmanın önemine karşı bir uyarı niteliği taşıyor!

Hayvan Çiftliği", 12 -18 yaş grubu çocukların ve gençlerin rahatlıkla okuyabileceği bir edebiyat klasiği. 

Kitabın PDF sürümüne buradan ulaşabilirsiniz.

kosektas.net

Köy Enstitüleri IV

Körinanca Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü

Dönemin canlı tanığı, Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları...


"...Artık bizim köyde de, Köy Enstitüleri’yle ilgili izlenimler hep olumsuz yönde gelişmiş ve geliştirilmişti. Oysa bizim köylüler, tarlaları çok az olduğundan, çocuklarını bir ekmek sahibi yapmak için gözlerini Köy Enstitüleri’ne dikmişlerdi. Bizim köyde, çevre köylere göre, Köy Enstitüleri’ne daha çok önem veriliyordu. Köy Enstitüleri’nin tümden kapatılacağı söylentilerine çok üzülünüyordu. Köyde, bir tatil boyunca, çeşmelerin başında, akşamları köy odalarında, gündüzleri harman diplerinde hep Köy Enstitüsü meselesi konuşuluyordu..." M.K.Y.


III - Köy Enstitüleri'nin Başarısı Türkiye'yi Kucaklamıştı ki...

Musa Kâzım Yalım

 1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


Köy Enstitüleri’nin Başarısı Türkiye’yi Kucaklamıştı ki... Köy Enstitüleri kuruluşundan kısa bir zaman sonra meyvelerini vermeye başlamıştı: Köy Enstitüleri çıkışlı yirmi bin öğretmen, yüzden fazla yazar, şair ve sanatçı yetişmişti.

Köy Enstitülü bu değerler, Türk köylüsünü ve Türk toplumunu çağdaş dünyaya, bilimsel ve sanatsal değerlere taşımaya ve böylece köylüler ve toplum, çağdaş dünyanın ne demek olduğunu anlamaya başlamıştı.

Toplum; kendi emeğini, kendi işgücünü, kendi mutluluğu için kullanacaktı. Evet, toplum bu konuda belli bir bilinç düzeyine ulaşmak üzereydi. Köy Enstitüleri hareketi bu bilinci ateşlemişti. Artık bu gelişmenin kesin sonucuna ulaşılacaktı.

Köy Enstitüleri hareketi, köylüleri; güçlülerin ve siyasilerin hizmetçisi olmamak üzere bilinçlendirmeye başlamıştı. Köy Enstitüleri çıkışlı öğretmen, yazar, şair ve sanatçı köylülerle ve toplumla bütünleşmişti. Bu bütünleşme, Türk köylüsünün ve Türk halkının çağdaş doğrultudaki geleceğinin garantisiydi.

Artık köylü uyanmaya başlamıştı. Çağdaşlığa giden yolun başına gelinmişti. Köylüler kendi öz haklarına sahip çıkmaya yönelmişti.

Köy Enstitüleri’nin sosyal aktivitesi sonuç vermeye başlamıştı ki, işte o zaman, halkçı gözüken mevcut iktidar C.H.P. ve D.P. (Demokrat Parti) muhalefeti Köy Enstitüleri’nin yıkılmasında sanki işbirliği içine girmiş gibiydiler.

1946 yılında Hasan Ali Yücel M.E.B.’dan ayrıldıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki her olumsuz gelişme, her etkinlik, Köy Enstitüleri’nin aleyhine gelişiyordu. Yani Köy Enstitüleri hangi iftira metoduyla yıkılır çalışmaları yapılıyordu.

Köy Enstitüleri’ni, kolay kapatabilmek için 1947-1948 yılarında bazı entrikalar çevrilmişti. Köylülerimizin Köy Enstitüleri’ne karşı nefret duymalarını sağlamak için, her fırsatta Köy Enstitüleri’ni kötüleme kampanyası başlatılmıştı. Özellikle kız öğrencilerin ahlakının bozulduğu, baştan çıktıkları iddia ediliyordu. Ayrıca, köy çocuklarının, o okullarda okumalarının zorlaştığı ve okuldan kovuldukları söylentileri, köylerde ağızdan ağıza dolaşır olmuştu. Gerçekten de başarısızlığı saptanan öğrenciler, maksatlı bir biçimde okuldan uzaklaştırılıyordu.

Oysa, Köy Enstitüleri’nin ilk kurulduğu yıllarda, kültür derslerinden başarı gösteremeyen öğrenciler dahi, okuldan uzaklaştırılmazlar mutlaka bir meslek sahibi olurlardı. Kızlara, hasta bakıcılık, hemşirelik; erkeklere, demirçilik, marangozluk, inşaat ve boya işleriyle ilgili zanaat öğretilirdi. Orada, yeteneğe göre eğitim ve öğretim vardı. Başarısız öğrencileri okuldan, kovarak uzaklaştırmak gibi bir yanlışlık yapılmazdı. Bu kovarak uzaklaştırma olayları, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına hazırlık olsun diye 1947 – 1948 yıllarında başlamıştır.

Bu gaddarlıklar, köylümüzü, Köy Enstitüsü gibi çağdaş bir eğitim kuruluşundan soğutup uzaklaştırmak uğruna yapılıyordu. Bir ders yılı sonunda, sadece bizim okuldan (Hasanoğlan Köy Enstitüsü) uzaklaştırılan iki yıllık öğrenci sayısının 75 kişiydi.

Öğrencinin okuldan kovulması; suç işleyecek bireylerin çoğalması demektir. Toplum ve eğitim kuruluşları suçu hazırlar; birey de onu işler.

Öğrencinin okuldan kovulması, hümanist eğitimin, yeteneğe göre eğitimin ve çağdaş eğitim pedagojisinin yapısında yer almaz. Öğrenciyi okuldan uzaklaştırmak, çağdaş olmayan öğretimin ve öğretmenin başarısızlığı ve acizliğidir.

1947 – 1948 ders yılı sonunda yaz tatili için köyüme (Köşektaş Köyü/Hacıbektaş) gitiğimde, doğru düşünebilen herkes, bana, Köy Enstitüleri’yle ilgili soru sormadan edemiyordu.

“Köy Enstitüleri, koyu komünistmiş, gerçekten öyle mi?” “Köy Enstitüleri’nde kız-erkek arkadaşlıkları serbestmiş; doğru mu? Bu nedenle de, kız öğrenciler baştan çıkıyor ahlaksızlaşıyorlarmış... Bunu gördün mü veya yaşadın mı?”

“Köy Enstitüleri’nde, bu gidişata kökten bir son vermek zamanı gelmiştir artık! diyen partiler varmış. Örneğin, Demokrat Parti, bu işe, köylünün namusudur diye çok önem veriyormuş... Gerçekten buna inanalım mı?

“Hani; Köy Enstitüleri’nde öğretmen olunmasa da mutlaka başka bir alanda iş ve meslek sahibi olunuyormuş diyorlardı... Halbuki, Köy Enstitüleri’nden, başarısızdı diye kovulan öğrencilerin haddi hesabı yokmuş. Demek ki, Köy Enstitüleri’nde okuyan mutlaka bir iş ve meslek sahibi oluyormuş demenin de hiç aslı yokmuş. Demek ki, Köy Enstitüleri’yle ilgili olumlu ne söyleniyorsa hiçbirisinin aslı astarı yokmuş... Hepsi de baştan aşağı yalanmış.”

Evet, bizim köyde de, Köy Enstitüleri’yle ilgili izlenimler hep olumsuz yönde gelişmiş ve geliştirilmişti.

Oysa bizim köylüler, tarlaları çok az olduğundan, çocuklarını bir ekmek sahibi yapmak için gözlerini Köy Enstitüleri’ne dikmişlerdi. Bizim köyde, çevre köylere göre, Köy Enstitüleri’ne daha çok önem veriliyordu. Köy Enstitüleri’nin tümden kapatılacağı söylentilerine çok üzülünüyordu.

Köyde, bir tatil boyunca, çeşmelerin başında, akşamları köy odalarında, gündüzleri harman diplerinde hep Köy Enstitüsü meselesi konuşuluyordu. Bütün bu ümitsizliklere karşın, yine de çocuklarımızı Köy Enstitüleri’nde okutmaya gayret edelim diye düşünenler de vardı. Köyde karamsar olan bazıları da şöyle konuşuyorlardı:

“Köy Enstitüleri’nin köylü çocuklarına kucak açacak nesi kaldı ki? Daha önceleri, Köy Enstitüleri’ne alınan öğrenciler, salt tüm köylerden alındığı halde, şimdiyse, şehir ve kasabalardan da alınıyormuş. Soruyorum size, bizim çocuklar onların yanında pabuç çıkarabilir mi? Bizim çocukların, şehir çocuklarının yanında başarılı olacaklarını hiç sanmıyorum. Çocuklarımızı o okullara gönderelim ama, bir gün gelir, başarısızlıkları bahane edilerek, çocuklarımız okuldan uzaklaştırıldığı zaman, kendi köylümüz ve komşu köylülerin yüzlerine nasıl bakabiliriz... Falanın çocuğu, filanın çocuğu, falanın oğlu, filanın kızı Köy Enstitüleri’nden kovulmuş mu dedirtelim? Aslanım bu işe gelemeyiz. Gözümüzü korkuttular bir kerre (kere)! Bundan sonra Köy Enstitüleri’ne öğrenci göndermek adamakıllı imkansızlaştı. Artık bizim çocukların okuyup adam almaları “huzuru mahşere” kaldı.”

Bu hususta, bizim köylüler, ümitlerini tamamen kaybetmiş, karamsarlıktan kendilerini alamıyorlardı. Gerçekten de haklıydılar. 2.000 nüfusu ve okulunda 300’e yakın öğrenci olan koskocaman köyden yalnız üç öğrenci Köy Enstitüsü’ne gidebilmiş. Bu sayı “devede kulak” bile değildir. Bu üç çğrenciden sonra, Köy Enstitüleri’nin ağzına ot tıkadılar. Yine köyümüzün aydınlarından birisi şöyle diyordu:

“Bu üç öğrencimizin, okuyabilecekleri de şüpheli... Onlara da başarısızlık damgası vurularak, iki yıllık diye okuldan uzaklaştırılmayacakları ne malum.”

Köylülerimizden tarih bilgisi olanlar, şunları söylemekten geri kalmadılar: “Osmanlı İmparatorluğu döneminden bugüne kadar, Türk köylüsüne ne uygun görüldü ki, Köy Enstitüleri uygun görülsün. Türk köylüsüne mutluluk getirecek hiçbir şeyi yaşamadık. Mutsuz yaşama galiba biz köylülerin, doğuştan alnına oyularak yazılmış; silinmeyen kaderi oluşturmuştur.

“...Biz köylüler, Atatürk’ün zamanında, biraz olsun gün görmeye, mutlu olmaya başlamışdık ki, felek onu da münasip görmedi. Atatürk’ü aramızdan çok çabuk ayırdı. Atatürk, tarihimizde köyü ve köylüyü anlayabilen tek büyük insandır.Artık bundan sonra v’ni hayal bile edemeyeceğiz. Çarıklı geldik! Çarıklı gideceğiz! Ne yapalım kaderimiz buymuş. Köy Enstitüleri, bizim çocuklara “şam toprağı oldu.” Oğlum, tekrar ediyorum, şunu iyi bil ki, biz köylülerin ta ezelden beri yüzü gülmemiştir. Dertli geldik! Dertli gideceğiz!

Gördüğüm kadarıyla bizim köylüler, Köy Enstitüleri konusunda yürekleri yanıktı. Pek ateşliydiler. Hemen her haksızlığın, farkına varabiliyorlardı.

Bizim köyde gazete okuyup, radyo dinleyen, köyün aydınlarından sayılan bazıları Köy Enstitüleri’yle ilgili olarak şunları söylüyordu:

“Köy Enstitüleri artık eski cazibesini kaybetmiş durumda... Okulların kömünist yuvaları olduklarını söylüyorlar. Bir yandan da, bütün Köy Enstitüleri’nin, fuhuş yuvaları haline dönüştürüldükleri anlatılıyor. Bu hal karşısında çocuklarımızın durumu ne olacak? bimiyoruz. Bu durumda, Köy Enstitüleri’nde, köy çocuklarının okuması, yazması artık “zora varmış.” Çünkü en küçük bahanelerlebaşarısız diye fakir fukaraları çocukları okuldan uzaklaştırılıyorlarmış. Artık bundan sonra bu okullara çocuk göndermek delilik olur.”

1946, 1947, 1948 yıllarında köylerde konuşulan konu hep Köy Enstitüleri’ydi. O zamanlar iktidar partisi ile iktidarın dışında kalan parti ya da partiler, politik ve ekonomik çıkarları için, hep Köy Enstitüleri’ne saldırmaya başlamışlardı. Politikacılar, Köy Enstitüleri’nin, köylülerimizin gönlünde yer etmiş saygınlığını sarsmaya ve onu tamamıyla yok etmeye yönelik çalışmalarını, her geçen gün biraz daha dozunu artırarak yoğun bir iftira ve karalama kampanyasıyla sürdürmekteydiler.

Köy çocuklarının eğitimi ve öğretimi yoluyla toplumsal değişmeyi ve kalkınmayı sağlamak için kurulmuş olan bu okullar; köylünün gözünden düşürülerek, köylün-n üzülmesine, kızmasına meydan vermeden, köylünün uyanmasını önleyen, dört duvar arası eğtim veren, yenilik getirmeyen, geleneksel ve ortaçağdan kalma klasik yönteme dayalı öğretmen okullarına dönüştürülmek isteniyordu.

Köy Enstitüleri’ndeki, çağdaş eğitimi hırpalamak ve aşağılamak için ayrı ayrı bölgelerde, kız çocuklarıyla, erkek çocuklarının eğitimini ayrı bir şekilde sürdürmek düşüncesi, 1947 ve 1948’lerde oluşturulmuş ve uygulanmış adi bir politika oyunudur.

Neticede, tüm Köy Enstitüleri’nde okuyan kızlarımızı İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde toplayarak, 1946’dan beri söyleyip durdukları anlamsız metodu uygulamaktan çekinmemişlerdir.

Kurulu çağdaş eğitim düzeni olan hiçbir ülkede kız ve erkek öğrencilerin birbirlerinden ayrı olarak eğitim aldıkları görülmemiştir. Çünkü böylesi bir uygulama gerçek ve bilimsel eğitimin doğasına aykırıdır. Böyle bir saçmalık, toplumun aile yapısını da dejenere edebilir. Oysa aileyi korumak ve onun yozlaşmasını önlemek devletin asıl görevlerinden biridir.

Bütün sapıklıkların; kadın – erkek ilişkilerinin baskı altında tutulduğu toplumlarda meydana geldiği, herkesce bilinen açık ve net bir gerçektir. Bunlara kulak asmayan D.P. iktidarı; siyasi çıkarı uğruna, Köy Enstitüleri’ndeki bütün köy kızları ve erkeklerine haketmedikleri bir ceza uygulaması yapmıştır.

Köy Enstitüleri’nin kişiliğiyle, çok adice ve ilkel bir şekilde oynamak; Köy Enstitüleri’nin sahipsiz oluşundan kaynaklanmıştır.

Başta köylülerimiz, Köy Enstitüleri’ne yapılan haksız saldırılara karşı en ufak bir tepki bile gösteremediler. Aslında iktidara oy vermemekle bu saldırıları protesto edebilirlerdi. Oysa köylülerimiz bu olaya tümden ilgisiz kalmışlardır. Hatta, Köy Enstitüleri’nde çocukları okumayan köylülerin pek coğu, iktidarın Köy Enstitüleri’yle ilgili olumsuz tutumunu desteklediler bile. Yani bindikleri dalı kestiler.

Köy Enstitüleri gibi, dünya yüzünde eşine rastlanılmayan bir kuruluşu yaratanlar dahi, ellerini, kollarını bağlayıp sessiz kalmayı yeğlediler.

Ayrıca; C.H.P ve D.P. iktidarları, 1947-1954 yılları arasında yapay, seviye üstü ve ısmarlama sınavlarla 2 bin köy çocuğuna başarısız damgası vurarak, okuldan uzaklaştırdı.

1946 yılında çok partili döneme geçilmeden önce çıkarılmış olan Toprak Yasası’na muhalefet edenlerce kurulmuş olnan D.P.’nin Köy Enstitüleri’ni ahlaksızlık ve komünistlik yuvaları olarak göstermeye çalışan propogandası, C.H.P. içinde de etkili olmuştu.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, başından beri desteklediği Köy Enstitüleri’ne ve Hasan Ali Yücel’e yapılan saldırılar karşısında sessiz kaldı. 21 Temmuz 1946’da Türkiye’de ilk kez yapılan tek dereceli ve çok partili seçimlerden sonra kurulan Recep Peker Başbakanlığındaki C.H.P. hükümetinde MEB’lığına Reşat Şemsettin Sirar getirildi. Yeni Milli Eğtim Bakanı ilk iş olarak İsmail Hakkı Tonguç’u görevinden uzaklaştırdı; sonra da Köy Enstitüleri’nin bütün yönetici ve öğretim üyelerini başka görevlere tayin etti. Köy Enstitüleri’nde uygulanan öğretim yöntemini büyük ölçüde değiştirdi. Köy öğretmenlerine yeniden maaş bağlanarak “üretiici öüretmen” ilkesinden vazgeçildi. Köy Enstitülerine kasaba ve kentlerden öürenci alınmaya başlandı. Bu arada yüksek Köy Enstitüleri kapatıldı. Reşat Şemsettin Sirer’den sonra M.E.B.’lığına getirilen Tahsin Banguoğlu aynı yıkıcı tutumu sürdürdü.

“...İsmet İnönü, büyük toprak sahipleri, ağalar ve egemen güçlerin C.H.P. içindeki temsilcileri olan siyaset adamları karşısında “Milli Şeflik” dönemindeki gücünü yitirmiş bulunuyordu. Bu yüzden, parti içindeki konumunu sürdürebilmek için, önceleri kararlılıkla savunduğu ilkelerden ödün verme gereğini duymuştu. Böylece, egemen güçlerin parti politikasındaki ağırlıklarını daha da artırmaları, Köy Enstitüleri’nin yozlaştırılmalarını da kapsayan uygulamalara neden olmuştu...”

“...14 mayıs 1950’de yapılan genel seçimleri büyük bir çoğunlukla kazanan D.P., kendi gerçek yapısına uygun bir tutumla Köy Enstitüleri’ni ortadan kaldırdı. Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri eliyle, Köy Enstitüleri’ni tüm ilkelerinden saptırılarak sıradan öğretmen okullarına dmnüştüren D.P., böylelikle, bu eğitim kurumunu tamamen yok etmiş oluyordu. Tevfik İleri, Köy Enstitü çıkışlı mğretmenler üzerinde, “Köy Enstitüleri İdeolojik Tahkikatı” adı altında baskılar uyguladı. Buna karşın, hiçbir öğretmen suçlanamadı. 1954’de çıkarılan yasayla Köy Enstitüleri’nin adı da yapısı gibi değiştirilmiş ve ilköğretime dayalı ilköğretmen okulları olmuştu...”

“...1947’den, Köy Enstitüleri’nin ortadan kaldırıldığı 1954 yılına dek geçen yozlaştırma döneminde Köy Enstitülü öğretmen ve öğrencilere akla gelmeyecek baskılar yapıldı... İftiralar edildi. Ismarlama sınavlarla sınıfta bırakılan 2 bin öğrenci iki yıllık durumuna düşürülerek enstitülerden uzaklaştırıldı... Babalarına karşı tazminat davası açıldı. “Komünistlik” ve “Türklüğe hakaret” suçlamaları için tertip ve düzenlemeler yapıldı. Enstitü kitaplıklarından birçok kitap kaldırıldı. M.E.B.’lığı klasiklerinden bazı kitaplar zararlı sayılarak yakıldı. Yüksek Köy Enstitü çıkışlı öğretmenler toptan askere alındı. Köy Enstitüleri’nden yetişen öğretmenlerin, genellikle, köyler dışında görevlendirilmelerine özen gösterildi...”

C.H.P. ve D.P zamanında, ister iktidarda olsun, ister muhalefette olsunlar, Köy Enstitüleri’ne karşı, iftira ve karalamaların sonu bir türlü gelmiyordu. İftira için her türlü yola başvuruluyordu.

C.H.P. içinde Recep Peker, sağcı anlayısin temsilcisi durumundaydı. Onun başbakanlığı döneminde, Köy Enstitüleri, olumsuz yönde epeyce bir serencam (olay) yaşadı.

Şimdiye kadar, hiçbir kuruluşa; bu kadar kasıtlı ve asılsız suçlar uydurularak kara çalma olayına rastlanmamıştır.

1947 – 1948 ders yılının yeni başladığı günlerdeydi. Bir Pazar günü, top sahasında dolaşanlar arasında bir hareketlilik ve panik başlamıştı... “Aman Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer geliyormuş” diye. Sonradan alnadık ki bakan, ani baskın düzenlemiş.

Çok gemeden taksiler, idare binasının önünde sırayla dizildiler. Bakanı çok merak ediyorduk. Top sahasında bulunan öğrencilerin hepsi de, oyunlarını bırakıp, bakanın arabasına doğru koşmaya başladılar.

Arabadan inen bakan, sanki bir düşman cephesini yok edecekmiş gibi, bir komutan edasıyla yürümeye başladı. O kısa boyu ile, hiç yüzü gülmüyor, asık bir suratla, çok azametli görünmeye çalışıyordu. Adını daha evvel sınıflarda öğretmenlerimizden öğrenmiştik. Reşat Şemsettin Sirer, Köy Enstitüleri’ni kapatacak diye, bu isim bizi çok ürkütüyordu. Bakanın adı, Köy Enstitüleri’nin korkulu rüyası olmuştu.

Bakanın etrafında, okul üdürü başta olmak üzere eğitim başları ve öğretmenler pevrane gibi dönüyorlardı. Hızlı adımlarla okulu gezmeye başladılar. İlk defa okul kitaplığına gelindi. Orada saatlece süren incelemeden sonra bakan dışarı çıktı. Yine aynı azametli bir tavırla, etrafındaki insanları süzüyordu. Ve birkaç bölüm daha gezip inceledikten sonra bakan okuldan ayrıldı.

Bir iki gün geçtikten sonra, duyduk ki, kılıftan yeni çıkarılmış bir iftira daha... Hasanoğlan Köy Enstitüsü komünistlikle ilgili kitaplarla doluymuş... Öğrenciler hep onları okuyurmuş.

Hasan Ali Yücel’in bakanlığında dilimize çevrilen klasikler ve “Fantamara” (çeviri: Sabahattin Ali) adlı kitapların hepsi de okul kitaplığından ayıklanmış.

Klasik eserlerden pek çoğu, Antikçağ ve Rönesans dönemindeki, düşünsel, bilimsel, sanatsal ve felsefi gelişmeleri dile getiriyordu.

“Fantamara” adlı kitabın yazarı: İtalyan yazar İgnazio Silone komünist olabilir. Ama yazdığı eser, “dünya edebiyatı tarihinde” yerini almıştır. Tüm dünyanın zevkle okuduğu bir kitaptır. Bu kitapları okumak ve bir şeyler öğrenmek başka; komünist olmak başka.

Bizlere; Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde, komünizm ile ilgili hiçbir anlatım ve hiçbir açıklama yapılmamıştır.

Komünizm ile ilgile olarak, bir tek öğretmen dahi herhangi bir telkinde bulunmamıştır.

Köy Enstitüleri’nde bizlere, köylülerimizin, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan hızla geliştirilmesi ve kalkınmada köylüye ışık olmamız telkin edilmiştir.

Kısacası; köylerimizi çağdaş bir yaşam biçimine ulaştırmak Köy Enstitüleri’nin birincil göreviydi.

Yaşanılan düzenin içinde, perişanlığımız feodal yapıdan ileri geliyorsa, ki bu tartışma götürmez bir gerçektir, feodal yapıya karşı mücadele vermek insanlık, insanlık olduğu kadar da yaşamın gereğidir. Bu komünizm demek değildir. Feodal yapı (toprak ağalığı), köyde yaşayanların emeğine ve iş gücüne ağalar tarafından el konulması olayıdır. Evet, Köy Enstitüleri bunlara engel olacaksa, toprak ağalarına karşı hak aramak, hiçbir zaman komünizm hareketi olamaz.

İşin gerçeği; Türkiyemizin kalkınmasında yaratılan kaosun kaynağı, feodal yapıdan gelmektedir.

Köy Enstitüleri, bu yapıyı, insanca yaşamaya dönüştürecekti. Buna da komünizm denilmez.

Velhasılı, Köy Enstitüleri’ni yok etmek için her şeye bir kılıf bulundu.

Köy Enstitüleri’ni, komünistlikle suçlamak, belki de “Fantamara” adlı kitaptan kaynaklanmıştır. İtalyan yazar, İgnazio Silone’nin “Fantamara” adlı eserini okuyorsunuz diye, insanları komünistlikle suçlamak yersiz ve geçersizdir. Bu eser, İtalya’da, 1930’larda toprak sahipleri egemenlerle, topraksız fakir köylüler arasında geçen hazin bir yaşam olayının anlatımıdır.

Bu olay, Türkiye’deki toprak ağalarıyla, köylüler arasındaki sosyal, kültürel, politik ve ekonomik ilişkilere çok benzemektedir. “Fantamara” adlı kitabi okuyor diye her önünüze çıkanı komünistlikle suçlamak, sağlıklı bir yöntem değildir.

Her neyse; Köy Enstitüleri’nin kapatılış yılı olan 1954 yılına kadar, iktidar ve muhalefet bu hususta bayağı bir işbirliğine girmişler gibi hareket ettiler. Köy Enstitüleri’nin, başarıya ulaşması için, emeğini esirgemeden, canla başla çalışarak her türlü zorluğa katlanan, özveride bulunan öğretmenlerimizi dahi hiç tereddütsüz, enstitülerden uzaklaştırdılar. Kıyıma uğrayan tarım öğretmenimiz İzzet Palamar, sanıyorum 1949 – 1950 ders yılı ortalarında olsa gerek, “bakanlık emrine” alınarak Köy Enstitüleri’ndeki görevine son verilmiştir.

Tarım öğretmenimiz İzzer Palamar, çalışmış olduğu Köy Enstitüleri’nde, tarım alanında gerçekten harikalar yaratmış bir öğretmendi.

Çifteler Köy Enstitüsü’ndeki “Orman Tepe” İzzet Palamar’ın eseridir. Bu öğretmen; Hasanoğlan’daki orman ve ağaçlandırma, bağcılık, meyvecilik, bahçecilik alanlarındaki bilimsel çalışmalarıyla, Köy Enstitüleri’nde meydana getirilen tarımla ilgili tüm işlerin ve etkinliklerin mimarıydı. O zaman öğretmenimizin kendisiyle konuştuğumuzda bizlere şunları söylemişti:

“Politikacıların, politikasına, yanlış mı, doğru mu demeden onların isteklerine boyun eğerek işlerine gelecek şekilde davranırsanız, merdiven dayayıp sizi göklere çıkarırlar. Yok eğer, onların politikalarına uymaz da istedikleri yönde hareket etmezseniz vay halinize... O zaman, ağzınızla kuş tutsanız bile, gözünüzün yaşına bakmadan, kayıp düşsün diye, ayağınızın altına karpuz kabuğu dizerler... Hem de, karpuz kabuklarını ağzınızın üzerine düşecek şekilde dizerler ki, düştükten sonra ağzınız dağılsın ve bir daha doğruları konuşamayasınız diye.

“...Üzülmeyin çocuklar... Henüz geri kalmış, bilimselliğe ulaşamamış ülkelerin hemen hepsi de böyledir...”

“...Cahil kalmış toplumun, politikacıları da cahil olur. Onlar, toplumun çıkarlarını değil, kendilerine ait kişisel, politik ve ekonomik çıkarlarını düşünürler. Onun için de, yapamayacakları yolsuzluk ve riyakarlık yoktur...”

“...İktidarlar toplumun aynasıdır... Toplum neyse, iktidarlar da odur...”

“...Çocuklar, hayatta, hoşunuza gitmeyen olumsuz şeylerle karşılaşabilirsiniz. Üzülüp pes etmeye gerek yok. Bu memleketin yükselmesi için dğru bildiğiniz yolda düşmeden yürümeye devam etmelisiniz!”

O zaman, öğretmenimizin duygu dolu bu sözleri bizi çok etkilemişti. Öğretmenimizin bize verdiği öğütler, meslek yaşamımızda bize ışık tutmuştur. Türk toplumu, çağdaşlaşma yolunda, uygulanan olumsuz politikalar yüzünden, yararlanabileceği bir öğretmenini kaybetmiştir.

Böylece, yiraat öğretmenimiz Özzet Palamar, Ankara’da “Vedat Özpınar Müessesi’nde” ziraat aletleri satan özel sektöre ait bir magazada görev almak zorunda bırakılmıştır.

Kısacası; D.P. iktidarının henüz ilk günlerinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde ne kadar ilerici, devrimci öğretmen ve ne kadar çağdaş kitap varsa hepsi de okuldan uzaklaştırılmıştır. Hatta iktidar bu yaptıklarıyla da yetinmeyerek, Saffet Arıkan’ın bakanlığı döneminde Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne, güzel sanatların modernleşmesi adına hediye edilen büyük bir piyanoya, el koyarak, gümrükten mal kaçırır gibi, apar topar Ankara’daki gözde bir okula taşımıştır.

Güzelim Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne, ilerici, devrimci öğrenci ve kitaplar münasip görülmediği gibi, piyano da münasip görülmemiştir. Tüm bu yapılanlarla Köy Enstitüleri, toplumun gözünde dışlanan ve horlanan bir kurum haline getirilmiştir.

Köy Enstitülerinin varlıklarına son verilmeden önce, olmadık kurnazlıklarla bir yığın ön çalışmalar yapılmış ve akla gelmedik olaylara akla gelmedik kılıflar uydurulmuştur.

Bu bölümü bitirirken, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasıyla ilgili şu ilginç olayı birlikte okuyalım:

“Vaktiyle Van’ın 260 köyüne sahip ve kimlerin aleti olduğu açıkça bilinmeyen bir toprak ağasının iki köyünden iki genç, Köy Enstitüsüne gidiyor, okuyor, mezun oluyor ve köylerine dönüyorlar. Köylülerine yaptıkları telkin sonucu, köylülerin toprak ağasına karşı duyduğu kölelik bağı kopuyor ve köylüler, ağayı da, yanındaki yaltakçılarını da köyden kovuyorlar. Bunun üzerine köyden kovulan ağa, bir gün, içki sofrasında, açıkça şu itirafta bulunuyor:

“Baktık ki köylerimiz elimizden gidiyor. Enstitülere komünist damgası vurduk ve çıktık işin içinden.” (Alıntı: Faruk Güventürk, Atatürk İnkilaplarına Bakış) TEMİN EDİLMİŞTİR!


Ek bilgi:

Zaman ve mekan darlığı nedeniyle, tamamı 60 sayfa el yazısından oluşan, günümüzün canlı tanığı Musa Kazım Yalım’ın anılarıyla dolu bu 3. Bölümü, kısaltılmış haliyle yayınlıyoruz.

IV. bülümü okumak için tıkla



Yorumlar - Yorum Yaz
Berlin - İstanbul

Doğan Kuban
Türk Mimar ve Akademisyen

Almanya: 81 milyon nüfus; en büyük kenti: Berlin, 3.750. 000 nüfus; gökdeleni yok, ama metro ağı var; insan başına yıllık gelir: 43.740 dolar.

Türkiye: 75 milyon nüfus; en büyük kenti İstanbul, 17.000.000 nüfus, gökdeleni her gün artıyor. Ama metrosu yok sayılabilir; insan başına yıllık gelir: 9. 760 dolar.

(Kaynak: Economist, 2012)


Bu karşılaştırmadaki çelişkileri Alman ve Türk toplumları arasındaki kurumlaşma, birikim, üretim, tarihsel bilinç, bilim ve sanat alanındaki yaratıcılık, uygar davranışlar ve özgür düşünce ile bütünleştirince iki toplum arasında gelecek öngörüleri arasında korkutucu bir mesafe olduğu ortaya çıkmıyor mu?

Berlin park içine kurulmuş bir kente benziyor. Gökdelen yok! Toprak ve yapı spekülasyonu yapılaşma disiplinini bozacak kadar azgınlaşmamış. Yollar geniş, her yöne ulaşan bir metro ve tren ağı var. Metrosuz ulaşımının olanaksızlığını Türkiye’ye anlatamadık.

Berlin’in geniş, itina ile yapılmış kaldırımları sadece yayaların. Kaldırımlara çıkan otomobil de yok. İnsanlar köpekler ve kedilerle birlikte yaşamıyor, sokakları da mezbaha olarak kullanmıyorlar. Bizim sorumlular kentin iki yakasına iki gökdelen yerine iki tane bayram mezbahası yaptırsalar, hem daha sağlıklı hem de daha hayırlı olmaz mı?

Berlin’in 200’den fazla müzesi var. Hepsinin kitap satan bölümleri var ve hepsi çok kalabalık. İstanbul’da Arkeoloji ve İslam Sanatları Müzesi dışında önemli müze yok. Topkapı bir saray, Ayasofya camiye çevrilmiş bir kilise. Bu durum bir kültür yetersizliğidir. Avrupa’da her büyük kentin görkemli bir kent tarihi müzesi var, İstanbul’un yok. İstanbul’da ne bir doğa müzesi var ne de bir teknoloji müzesi.

Bu yokluk doğa bilimleri öğretiminin sınırlılığı ve teknolojinin yok olduğunun ifadesidir. Müzelerin göstermelik, halkın ve öğrencilerin yaşamında neredeyse olmayan varlığı toplumun sanat ve tarihle ilgisiz kültürünün endişe verici bir gösterisidir. Devletin çok daha büyük yatırımlarla yapması gereken bu kültür odaklarının yerine, küçük koleksiyonlarıyla özel müzeler geçemezler.

Müzik ve kitap

Müze kavramının toplum yaşamına yerleşememesi, bilim ve sanata ilişkin ilgi ve bilginin hâlâ var olmadığını kanıtlayan, açık, can acıtıcı bir göstergedir. Türkiye her alanda çok büyük bir kültür ve bilgi krizi yaşıyor. Bunun ülkenin geleceğini kararttığını bilgisiz ve duyarsız olanlara hangi yöntemle anlatacağız?

Berlin’in pek çok konser salonu, bu arada Hans Scharun’un modern mimarinin ünlü yapılarından biri olan filarmoni yapısı da var. Bir orman içinde olağanüstü bir açık hava konser alanı var (Waldbühne). Operası ve pek çok tiyatro sahneleri var. Opera, tiyatro ve musiki yaşamı da o oranda olağanüstü zengin. Bu bağlamda Almanya ile karşılaştırma kuşkusuz anlamsız olur. Berlin’in büyük kitapçılarından birine İstanbul’un bütün kitapçılarını sığdırabilirsiniz. Bu da düşündürücü bir olgudur. Ama doğal. Almanlar yılda kişi başına ortalama 15 kitap okuyorlarmış. Türkiye ortalaması ise bir tane bile değil.

Berlin Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasına karşın, iki savaş arasında dünyanın en modern kenti kabul ediliyordu. Tarihi yoğunluğu kadar, çağdaş mimari örneklerinin çokluğu ile. Günümüzde de, özellikle Potsdamer Meydanı çevresinde, çağdaş mimarlığın en önde gelen kent imgelerinden birine sahip.

İçi boş turistik propaganda

19. yüzyılda İstanbul, Avrupa’ya açılmış olsa bile, tarihi kimliğini sergileyen özgün yaşam kültürünü henüz yansıtıyordu. Apartman hastalığının yok ettiği eski İstanbul’un tarihi dokusundan söz etmek artık olanaksız. Halk ve belediye ‘ona değmiş, buna değmemiş’ yöntemiyle Suriçi’nden Adalar’a kadar tarihi dokuyu yok etti. 18. ve özellikle 19 yy’da İstanbul’a gelip kentin resimlerini yapan Avrupalı ressamların bizi hâlâ heyecanlandıran yapıtları, tarihi içeriği birkaç camide kalmış, içi boş bir turistik propaganda aracı olarak kullanılıyor. Kent kemirgenleri her gün, bilinçsizce, artık çok az kalmış bir tarihi mirası yok ediyor.

Bu eski İstanbul’un tüm alanı, yeni ucube Büyükşehir agglomera’sının 400. 000 hektara ulaşmış devasa yapı salatasının 20 ya da 25’te biridir. Bizim gibi duyarlı ve yaşlı mimarların içini yakan da bu 15-20. 000 hektarlık tarih harabesidir.

Kırsal alandan gelip Osmanlı olmak isteyen sonradan görme kırsal-burjuvalar, hatta İstanbul kökenli aileler imparatorluk kentini bozuk para gibi harcadılar. Çırağan Sarayı’ndan otel, saray sinemasından alışveriş merkezi yapanlar Taksim kışlasını yapmaya kalkarlar, ama Hatice Sultan Sarayı ya da Beyhan Sultan Sarayı, hatta Tersane Sarayı hatırlarına gelmez. Kuşkusuz kentin tarihi yapılarıyla ilgili bir rölöve arşivi de yoktur.

Büyük ulus kimliği

1939-1945 dünya savaşında insafsızca yerle bir edilen Berlin kentinin eski yapılarının nasıl onarıldığını ve hatta neredeyse yeniden yapıldığını görmek Alman toplumunun tarih bilincinin ve -bizdeki kimi ulus düşmanları alınsalar da- büyük bir ulus kimliğinin göstergesi olarak insanı şaşırtıyor ve çok etkiliyor. Kuşkusuz İstanbul’u 1960’tan sonra doldurmuş okuma yazması olmayan Anadolu halkını aynı bilgi, bilinç ve tutkuya sahip olmadığı için suçlamak söz konusu değil.

Ne var ki bu olgunun Almanya’yı Almanya bizi de Türkiye yapan bir kökten uygarlık farkı olduğunu, bırakın sıradan halka, okumuşlarımıza ve idarecilerimize de anlatamamışız. Son Osmanlı döneminin alafranga aileleri ahşap konak ve yalılarını apartmanla değiştirmek için birbirleriyle yarış etti. Bu da Fransızca öğrenip piyano çalarak bir aristokrat hatta bir burjuva geleneğinin bile yaratılamayacağının kanıtıdır.

Bu arada Taksim’in yeniden düzenlendiği bugünlerde Türk kentlerinin kent meydan yoksulu olmaları bağlamında temel bir noktaya değinmek gerekiyor. Bizim geçmişimizde planlı kentsel meydan kavramı yok. Bu bizim yapı kültürünün bir özelliğidir. Belki insani bir içeriği de var. Fakat her tarafı yüksek apartman ve gökdelenle doldurulan yeni mahallelerde bu yokluk bir kültür göstergesi değil, bir kültürsüzlük göstergesidir. Çok büyük anıtlar söz konusu olmadıkça, meydanlar yapılarıyla değil, boşluklarıyla etkili olurlar. Paris’te Concorde, Berlin’de Alexander Platz, Roma’da Palazo Venezia ile Colosseum arasında Piazza Venezia ve Foro Romano, Londra’da Trafalgar Square, Moskova’da Kızıl Meydan, Beijing’de Tien An Men Meydanı gibi.

Bir iki parkı anımsayalım: Paris’te Bois de Boulogne, Berlin’de Tiergarten, Londra’da Hyde Park, New York’ta Central Park. Bunlar saray bahçeleri değil. Halk için tasarlanmış mekânla ve kentin bir yapı ve otomobil deposundan fazla bir şey olduğunu gösteriyorlar. Çağdaş inşaat hastaları ya da spekülatörler kentleri yapı deposu olarak görmekte devam ediyorlar. Taksim hikâyesi bunu açıklıyor. Bu insanlar için 17. 000. 000. insanın yüksek apartman, gökdelen ve AVM den başka bir gereksinimi yok anlaşılan! Bu kazulet kutular arasındaki ulaşım eziyeti de nereye ödediğimiz belli olmayan bir tür haraç olmalı!

Sevgili Okuyucular,

Bu satırları okuyacağını hayal ettiğim bir belediye başkanı Paris’te Concorde’dan Eiffel Kulesi’ne doğru yürürken düşünen ve duygulanan ve diyelim Anne Sophie Mutter’i Kreutzer Sonatı çalarken Viyana’da, Musik Verein’ın konser salonunda dinlemiş ve Viyana’da Gottfried Semper’in Doğa Müzesi’ni gezmiş biri olsaydı, kuşkusuz ne dediğimi anlardı. Çünkü bunların tümünün bir uygarlık tanımladığını biraz anlamış olurdu.

23 Kasım 2012