Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam172
Toplam Ziyaret789751
Lee Hodgson

Yirmi yıldan beri fırsat buldukça günde ortalama 4-5 kilometre yürürüm. Bu yazıda yürümenin yararlarından bahsedecek değilim. Zaten o konuda birkaç yazım var.

Her zaman aynı doğrultu ve yerlerde yürümüyorum.

19 Temmuz sabahı yürüyüş güzergahım,  Avanos - Ürgüp eski yolu üzerindeydi. Tam tepenin zirvesine yaklaştığımda, anayol dışındaki kıraç arazi içinde bir karavana rastladım. “Ne var bunda?”  diyecek olanlara yazıyı okumaya devam etmelerini öneriyorum.

Karavanın dışında, konuşunca adının Lee olduğunu öğrendiğim 46 yaşında erkek bir İngiliz vardı. Karavan içinde, çalışmaya hazır durumda  singer marka, kolla çalışan 60-70 yıllık eski bir dikiş makinası göze çarpıyordu. Makine üstünde kırpık kumaşlardan yapılma para cüzdanları, öğrenci kalemlikleri, çantalar bulunuyordu. Bozkırın ortasında ben bir yabancı görmekten, Lee ise İngilizce bilen biri ile karşılaşmaktan memnunduk. Lee, elinde tuttuğu parçalara iğne ile dikişler atıyor, küçük süslemeler yapıyordu.  Böyle bir manzara ile karşılaşan her insan gibi LEE’ye sormadan edemedim. Önce ne için bu çalışmaları yaptığını sordum.

“Hobi” dedi.

Endonezya’da bir okul yaptırma projesi olduğunu ve onunla ilgili çalışmalar yaptığını, hayır kurumu oluşturduklarını anlattı. Projenin politik ve dinsel yönü bulunmadığını sorum üzerine söyledi.

Lee, ileri derecede topaldı. Bastonla yürüyor, otomatik vitesli eski bir Mitsubishi kullanıyordu. Musclardys trophy adı verilen çok berbat ve genetikle geçen bir kas hastalığı ile mücadele ediyordu. Ve o durumda hem seyahat ediyor, hem çalışıyordu.

“Bunları okul projesi için mi yapıyorsun?” diye sorunca güldü. Bu işle projemin gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Her yerde satabilmek ve insanları inandırabilmek çok güç. Ama Çinlilere, özellikle yılbaşını kutladıkları ayda satış yapıyorum. Sadece bu parçaların geliri ile olmasa da şimdiye kadar hesapta belli bir miktar birikti.” Dedi.

Yalnız,  bu ıssız yerlerde korkup korkmadığını sordum.

“Hayır, korkum sadece yere düşmek. Düşersem hastalığımdan dolayı yardımsız kalkamam.” Dedi.

Hikaye uzun, gerisi bende.

Demem o ki, Avrupalı beyni ve felsefesi farklı. Vicdan ve temiz duygular içinde yaşama bağlılık ve yaşama asılma. Bunu, topluma katkı ve özveri olarak sunma.

Bizde nasıl?

Hüseyin SEYFİ


Güle Güle Çavuşum!

Hayati Akdemir


İnsanın yazmaya elinin varmadığı, söylemeye dilinin dönmediği şeyler vardır. İşte bu yazı onlardan biri. Ahmet Çavuş (Ahmet Uçar)’u yazı diliyle anlatmaya çalışmak öylesine güç ki. İnsanın ruhunu sızıyla kavuran yaşam hikayesini her anlatışında, o hayatı kendim yaşamışçasına duygulanır, ağlamamak için kendimi zor tutardım.

Yıkıntının, döküntünün, kıtlığın, sefilliğin kol gezdiği, Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda doğdu Ahmet Çavuş.  En kötüsü de, babası yoktu doğduğunda. Öksüz büyüdü. Annesi iki çocukla yalnız kalınca, fazla dayanamayıp, anası evine döndü ve başka birisiyle ikinci bir evlilik yaptı. Küçük Ahmet’i,  ebesi  Kıçey Karı, yanına aldı ve açlık, sefalet ve horlanma ile büyüttü. Altı yaşına kadar konuşamadı Ahmet. İlkokulu üçüncü sınıfa kadar okudu. Okulda olağanüstü başarılı bir öğrenciydi. Öğretmeni Musa Kâzım Dündar’ın onca ısrarına rağmen ebesi Kıçey karı daha fazla okumasına müsaade etmedi. Bu yüzden hemen çalışmaya koyuldu. Hiç durmadan, hem Köşektaş’ta, hem de Abdi’de, yarı aç, yarı tok, azmini ve şevkini kaybetmeden, çiftçi olarak çalıştı. O yılların en uzun gurbeti İzmir’e gitti, yıllar sonra döndü.

Aslen Çöllü aile grubundan olmasına rağmen, annesinin soyadını aldığından, nüfusa Ahmet Uçar olarak kaydedildi. Bu durum amcası Recep Çöl tarafından sürekli başına kakıldı.

Onsuz düğün olmazdı. Halay çeker, türkü söyler, köy halkını eğlendirirdi. Askerlik çağına geldiğinde, Abdi’den Avanos’a yaya gidip, muayne olmak istedi, ancak nafile. Askerlik çağına gelmiş olmasına rağmen, nüfusta kaydı yoktu. Ancak askere mutlaka gitmek istiyordu. İçini Askerlik Şubesi’ndeki yüzbaşı rütbeli bir askere döktü. Yüzbaşı rütbeli asker anlattıklarından çok etkilendi ve tüm işlemlerini bir çırpıda yaptı. Askere alındı ve askerliğini, Erzurum’da, Jandarma olarak, başarılı bir şekilde tamamladı, en üst er rütbesi olan çavuşluğa yükseldi.

Askerden dönünce evlenmek istedi. Köydeki kendi yaşıtından birçok kıza vuruldu, hatta kendinden on, on beş yaş küçük kızlara haber saldı.  Bu fakire, evsize, malı mülkü olmayana kim kız verir? Yaşı 29 olmuştu ama bir türlü evlenememişti. En sonunda yine bir kıza vuruldu ve çok sevdi. Hatta bir gün onunla bağda ("Vaktiyle Ahmet Çavuş'un Menmune Şen'e olan tutkunluğu") karşılaştı. Ancak kız kendisine "Ahmet Emmi!" diye hitap etti. Bu hitap şekli onun çok zoruna gitti ve hemen orada kıza şu şekilde seslendi:

Bağa gelmişsin eşeğin yüklü,
Ne desen güzel sözlerin haklı,
On beş yaşında kırk beş belikli,
Bir kız bana emmi dedi neyleyim.

Kendine göre köyden evlenemeyişinin iki sebebi vardı. İlki fakirlik, ikincisi ise Topal Süllü’yle olan atışmalarıydı. Bu atışma sonunda Topal Süllü kesip atmıştı: “Bu köyden sana kız yok!” diye.

Sonraki yıllarda Belbarak köyünden Elmas adında bir hanımla evlendi ama bu evliliği uzun sürmedi. Elmas hanım bir yıl sonra öldü. Daha sonra ikinci ve son eşi Güldane hanımla evlendi. Bu evliliğinden çocukları oldu.

İzleyen yıllarda Mucur’a gitti, Kur’an Kursu’na yazıldı, hocalık öğrendi, bir ömür boyu aranan insan oldu. Keskin zekası, derin bilgisi ve kuvvetli hafızasıyla başkalarını kendine imrendirdi; düzgün diksiyonlu, akıcı Türkçesi ile kendini dinletti. Atmışlı yılların başında önce Fransa’ya, sonra da Almanya’ya gitti, emekli olasıya dek çalıştı.

Ben diyorum ki; eğer Ahmet Çavuş Bolulu olsaydı, Köroğlu’nun arkadaşlarından biri olur, tarihe geçerdi. Eğer Malatyalı olsaydı, Battal Gazi destanından büyük destanı olurdu.  Eğer Erzurumlu olsaydı,  Aşık Emrah kadar namı olurdu. Ama Köşektaşlı doğduğu için çavuş olarak kaldı, kıymeti bilinmedi. Ancak gerçekte o bir efsaneydi!

Ruhun şad olsun, mekanın cennet olsun; güle güle çavuşum!

Hayati Akdemir





1 Yorum - Yorum Yaz
Huzursuz Ruh


Çekip Gitmek İstediğim Zamanlar Oluyor

Elif Şafak

Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz - 10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur ya, gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya...

Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin de ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. İlla ki çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat, illa ki gitmem gerek.

Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek... zaman zaman... her zaman.

Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve uluslararası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle bakıyoruz birbirimize. “Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan, otur oturduğun yerde.” diyenler çıkıyor aralarından, nedense yarı sitemkar. “Huzursuz ruh seni!”

Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru, aslolan hikayeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi doğru. Ve her seyyah bilir ki gittiği yerde onu gene kendisidir karşılayacak olan. Kendi geçmişi. Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını...

Ne var ki gene de dayanamazlar işte. İçlerinde kurulu bir saat. Tik-tak-tik-tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamak üzere kurulu düzenlerde bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek...

Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere, tavsamış sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara... Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek? İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya... Nasıl yaşar nasıl ağlar orada insanlar sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan... Hem belki seneye tek başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle. Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle sohbet etmeyeli çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.

Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar. Şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek. Budur son tahlilde Adem oğullarına Havva kızlarına kendilerini keşfettirten serüven.

Elif Şafak