Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam179
Toplam Ziyaret787324
Lee Hodgson

Yirmi yıldan beri fırsat buldukça günde ortalama 4-5 kilometre yürürüm. Bu yazıda yürümenin yararlarından bahsedecek değilim. Zaten o konuda birkaç yazım var.

Her zaman aynı doğrultu ve yerlerde yürümüyorum.

19 Temmuz sabahı yürüyüş güzergahım,  Avanos - Ürgüp eski yolu üzerindeydi. Tam tepenin zirvesine yaklaştığımda, anayol dışındaki kıraç arazi içinde bir karavana rastladım. “Ne var bunda?”  diyecek olanlara yazıyı okumaya devam etmelerini öneriyorum.

Karavanın dışında, konuşunca adının Lee olduğunu öğrendiğim 46 yaşında erkek bir İngiliz vardı. Karavan içinde, çalışmaya hazır durumda  singer marka, kolla çalışan 60-70 yıllık eski bir dikiş makinası göze çarpıyordu. Makine üstünde kırpık kumaşlardan yapılma para cüzdanları, öğrenci kalemlikleri, çantalar bulunuyordu. Bozkırın ortasında ben bir yabancı görmekten, Lee ise İngilizce bilen biri ile karşılaşmaktan memnunduk. Lee, elinde tuttuğu parçalara iğne ile dikişler atıyor, küçük süslemeler yapıyordu.  Böyle bir manzara ile karşılaşan her insan gibi LEE’ye sormadan edemedim. Önce ne için bu çalışmaları yaptığını sordum.

“Hobi” dedi.

Endonezya’da bir okul yaptırma projesi olduğunu ve onunla ilgili çalışmalar yaptığını, hayır kurumu oluşturduklarını anlattı. Projenin politik ve dinsel yönü bulunmadığını sorum üzerine söyledi.

Lee, ileri derecede topaldı. Bastonla yürüyor, otomatik vitesli eski bir Mitsubishi kullanıyordu. Musclardys trophy adı verilen çok berbat ve genetikle geçen bir kas hastalığı ile mücadele ediyordu. Ve o durumda hem seyahat ediyor, hem çalışıyordu.

“Bunları okul projesi için mi yapıyorsun?” diye sorunca güldü. Bu işle projemin gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Her yerde satabilmek ve insanları inandırabilmek çok güç. Ama Çinlilere, özellikle yılbaşını kutladıkları ayda satış yapıyorum. Sadece bu parçaların geliri ile olmasa da şimdiye kadar hesapta belli bir miktar birikti.” Dedi.

Yalnız,  bu ıssız yerlerde korkup korkmadığını sordum.

“Hayır, korkum sadece yere düşmek. Düşersem hastalığımdan dolayı yardımsız kalkamam.” Dedi.

Hikaye uzun, gerisi bende.

Demem o ki, Avrupalı beyni ve felsefesi farklı. Vicdan ve temiz duygular içinde yaşama bağlılık ve yaşama asılma. Bunu, topluma katkı ve özveri olarak sunma.

Bizde nasıl?

Hüseyin SEYFİ

Şiirlerle Şenlendik - 1. Bölüm


ŞİİRLERLE ŞENLENDİK - 1 - ÖNCELİKLE

 
Dalga dalga coşkular geliyor yüreğimizin diliyle dilimizin yüreğinden! 
Köşektaşlı şair Dr. Salim Çelebi'nin yazmakta olduğu, 46 bölümden
oluşan, "Şiirlerle Şenlendik" adlı yazı dizimizi önümüzdeki Cuma
gününden itibaren siz ziyaretçilerimize sunacak
olmanın sevincini yaşıyoruz!
kosektas.net!

ŞAİR DR. SALİM ÇELEBİ

3 Ekim 2014, Cuma

Şiirlerle Şenlendik, 1 - Öncelikle

Bu siteyi, Köşektaş’ımızın bu güzel bilgi sunum sayfasını, büyük bir özen ve özveriyle hazırlayarak, başta köylülerimiz olmak üzere, tüm insanların hizmetine sunan sevgili Lütfullah Çetin’e, ne kadar teşekkür etsek azdır…

Sitemizin yaratıcısıdır sevgili Lütfullah.

Araştırır, beğenir; sunar.

Yaşar, somutlaştırır; sunar.

İletişim kurar tatlı diliyle; teşvik eder, sunar.

Engellenmek istenir bazen; yılmaz, mücadele eder, sunar.

Allah aşkına! Nedir Lütfullah Çetin’in amacı?

Benim de zaman zaman yazılarım çıkıyor sitemizde. Bu nedenle de birçok mesajlar alıyorum; sitemize bakıp da yazdığımı okuyanlardan. Mesajlar, sitemizi hazırlayıp sunana minnettarlıkla dolup taşıyor. Soru: Sitemizi ziyaret eden insanlar, niye, sitemizi hazırlayıp sunan Lütfullah Çetin’e minnettarlıklarını sunuyorlar? Bu sorunun yanıtı, Lütfullah’ın amacında saklı.

İnanıyor ve biliyorum ki tek bir amacı var Lütfullah’ın: Yaşanmış, yaşanmakta olan ve olası yaşanacak tüm güzelliklerin ve olayların; başta köylülerimiz ve yöremiz insanı olmak üzere, tüm diğer insanlarca paylaşılması: Gerçekçi, akla uygun ve insanca.

1960 yılı nüfus sayımına göre, 1063 kişi yaşıyordu köyümüzde. 54 yıl sonra bugün, yaklaşık olarak 10.000 nüfuslu bir köy olmalıydı. Oysa şu anda birkaç yüz kişi yaşıyor! Nerede Köşektaşlılarımız? Aş ve iş derdiyle, köyümüzden uzaktalar tabi. Hem de bazıları çok uzaklarda...

Ayrılık olgusu, ister istemez gurbet ve sıla sözcüklerini çağrıştırıyor. Doğal olarak, insanca bir duygu olan “hasret” geliyor akla. Sılaya özlem. Keyifler, keşkeler… Köyde yaşamış olanların çektiği hasret ve anlattıkları; köyde yaşamamış olan çocuklarında merak ve görme arzusu uyandırıyor. Dört gözle bekleniyor tatil... Dönüşte, yine hasret, yeni bir hasret…

Filmlere, romanlara, öykülere konudur hasret. Temel tema.

Yaz tatilinden dönen sevgili okuyucularımıza, 1978 yılında yayınlanmış olan Sanat Emeği Dergisinden aldığım, Muzaffer Özdemir’in kısacık şiirini armağan ediyorum.

  KOKLADIĞIM

  Tanımadığım topraklarda yetişmiş

        bir gül verdiler.

  Çapaladığım topraklarda pekişmiş

        bir taş verdiler.

  Gülü yere bırakıp,

  Taşı alıp

         kokladım.   



   
Huzursuz Ruh


Çekip Gitmek İstediğim Zamanlar Oluyor

Elif Şafak

Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz - 10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur ya, gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya...

Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin de ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. İlla ki çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat, illa ki gitmem gerek.

Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek... zaman zaman... her zaman.

Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve uluslararası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle bakıyoruz birbirimize. “Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan, otur oturduğun yerde.” diyenler çıkıyor aralarından, nedense yarı sitemkar. “Huzursuz ruh seni!”

Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru, aslolan hikayeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi doğru. Ve her seyyah bilir ki gittiği yerde onu gene kendisidir karşılayacak olan. Kendi geçmişi. Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını...

Ne var ki gene de dayanamazlar işte. İçlerinde kurulu bir saat. Tik-tak-tik-tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamak üzere kurulu düzenlerde bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek...

Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere, tavsamış sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara... Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek? İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya... Nasıl yaşar nasıl ağlar orada insanlar sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan... Hem belki seneye tek başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle. Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle sohbet etmeyeli çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.

Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar. Şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek. Budur son tahlilde Adem oğullarına Havva kızlarına kendilerini keşfettirten serüven.

Elif Şafak