Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam84
Toplam Ziyaret775021
Hippiler ve Yippiler

Yol kenarında çiçek satan genç bir Hippi kız l Oklahoma l ABD l 1973

“Hippi” kelimesi, İngilizce’de “güncel olan”, “modaya uygun” anlamına gelen “hip” kelimesinden türetilmiş. 1950'lerde San Francisco, Los Angeles ve New York gibi metropollerdeki bohem sanatçıları temsil eden, onlara ilham veren “Allen Ginsberg”, “Jack Kerouac” gibi, sıradan anlatı değerlerini, alışılmış yaşam tarzlarını reddeden, geleneklere karşı duran, özgürlükçü düşünce ve ifade tarzını benimseyen entelektüel kimseler, Hippi diye adlandırılmış. 

Hippi terimi daha sonra, büyük ölçüde, o dönem, “San Francisco Chronicle” adlı bir gazetede köşe yazarlığı yapan “Herb Caen”in, köşe yazılarında Hippilere ve yaşam tarzlarına sık yer vermesi sayesinde, 1967 yılından itibaren, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve İngiltere de dahil olmak üzere, diğer tüm ülkelere yayılmış.

Hippi hareketi kısmen, ABD'nin Vietnam Savaşı'na katılmasına ve savaş boyunca işkence, tecavüz ve toplu infaz gibi sayısı belirsiz savaş suçu işlemiş olmasına muhalefet olarak ortaya çıkmış olsa da, “Hippiler”, "Yippiler" olarak bilinen aktivist yandaşlarının aksine, siyasetle pek meşgul olmamışlar, bir küstahlık olarak gördükleri hayatı istedikleri şekilde yaşamayı tercih etmişler.

“Yippiler” (Yippies) olarak adlandırılan “Uluslararası Gençlik Partisi” (YIP), Amerikan gençliği odaklı, savaş karşıtı, radikal ve devrimci bir hareket olarak, 31 Aralık 1967'de kurulmuş. Anti otoriter bir gençlik hareketi olan Yippiler, 1968'de bir domuzu ("Ölümsüz Pigasus") Amerika Birleşik Devletleri Başkanı adayı olarak göstererek, sosyal statükoyla alay etmişler.

‘Yippie'lerin bir akıma üyeliği ya da hiyerarşisi olmamış. Hareket, 31 Aralık 1967'de, New York'taki bir apartman dairesinde yapılan bir toplantıda Abbie HoffmanJerry Rubin, Nancy Kurshan ve Paul Krassner adlı aktivistler tarafından kurulmuş. Kendi anlatımına göre Yippi ismini, Hippi isminden esinlenerek olsa gerek, Paul Krassner icat etmiş. Neden Yippi? diye soranlara; Basın 'Hippi'yi yaratır da, biz 'Yippi’yi yaratamaz mıyız?" demiş.

Bilgi: Hippiler ve Yippiler, Encyclopedia Britannica’dan edinilmiş bilgiler ışığında yazılmış bir tanımlamadır!


kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Halim Karatekin (Hüseyin Seyfi)

HALİM KARATEKİN


   

Hüseyin Seyfi


Kendi olanaklarım içinde arıyor, araştırıyorum. Söyleşilere konuşmalara katılıyorum. Çoğu kez kulağım tetikte geziyorum. Bazen de işim rast geliyor. Bakıyorsunuz aradığım konu ayağıma dolanıyor.

‘1946 yılının güz günü. Bulgur imece sırası bizde’ diyor Halim Karatekin.

Benim için yukarıdaki söz yetiyor. Yabancısı olmadığım ve kısmen yaşadığım bulgur imecesini kısaca anlatıp, Halim Karatekin’i 1946 yıllarından kalma aşk şiirlerini sunacağım.

Hasat mevsimi bittikten sonra, temel ihtiyaçların başında bulgur ve un hazırlamak gelirdi; un ve bulguru sağladığın zaman açlığı kapıdan kovmuş sayılırdınız. Un ve bulguru yeteri kadar sağlayabilmek öyle her babayiğidin harcı değildi. O günlerin koşullarında zor işti. Aşağı yukarı bir yılın tüm emeği un ve bulgurda birleşirdi. İnsanlar yarı aç, yarı tok yaşardı. Giyim kuşam, yeme içme şimdikinin onda-biri bile değildi.

Bulgur el ile dönderilen yuvarlak taş değirmenlerinde yapılırdı. Buna ‘bulgur çekme’ denirdi. Kışa girmeden hazırlıklar yapılır, ‘Bulgur imecesi düzenlenirdi.’ Köydeki her evden genç kızlar guruplara ayrılır, akşamları ödünçleşerek her akşam bir evde bulgur çekilir, imece düzenlenirdi. Bulgur imecesi en az bir ay süren bir törendi. İş, eğlence şekline dönüştürülerek, yapılıyordu. Ne aşklar yaşanır, ne türküler söylenirdi. Büyük bir hoşgörü ve anlayış içinde aşklar türkülerle dile getirilirdi. İş, gece yarılarına bazen de sabaha kadar sürer, yemekler, çerezler yenirdi. Bu yüzden o zaman dört gözle beklenirdi. Bu Anadolu’ydu. Anadolu’nun sesi idi. Bu güzelim toprak ne seslere tanık olmadı ki...

Halim Karatekin, seksenini geçmiş. Küçük bir bakkalı var. Boş durmamak için çalışıyor. Karısı İfagat da yetmiş yaşlarında. Birbirlerine yardım ederek geçinip gidiyorlar. Laf lafı açtı. Bulgur imecesinden söz açıldı.

‘İmecede kızlar oğlanları, siniye koyarlardı. Sini demek, oğlana yakıştırılmış türkü olup arkasından da sevdiği kızın adı gelirdi. 1946 yılının güz günüydü. Bulgur imecesi sırası bizdeydi. İçim içime sığmıyordu. Çünkü beni de siniye koyacaklardı. Çok heyecanlıydım. Benim de bir sevdiğim vardı. Adı Behiye idi. Behiye, anlı şanlı, çok güzel bir kızdı.

O akşam kapıya durdum. Elimde elma dolu bir sepet vardı. O zamanlar elma çok kıymetliydi ve çok az bulunurdu. Kızlar imece için bizim evin önünde toplandılar. İçeri girmeye başladıklarında ellerine birer elma veriyordum. Elmayı alan içeri giriyordu. Sıra Behiye’ye geldiğinde, ona iki elma verdim. Elmanın biri o, biri de ben diye düşündüm. O da aynı şeyi düşünmüştür herhalde. Sevgimden haberliydi. Ama o sıralar başka bir köyden dünür geliyorlardı. Uzatmayalım, kısmet olmadı. Başkasına gitti, ama içimde kaldı. Şimdiye dek türküleri sakladım. Al, seç içinden.’ diyerek önüme defteri koydu.

Bakkala gelen çocuklar merdiven başında bekleşiyorlardı. Onları içeri aldıktan sonra şiirlerden bazılarını seçtik. İşte Halim Karatekin’in 1946 yazımı şiirlerinden bazı dörtlükler:

     Hak yaratmış hiç bulunmaz benzeri 
     Gözler kara kirpikleri sürmeli
     Koymuşum yoluna ben tatlı canı
     Görür müyüm alır mıyım kız seni

     Sabahleyin bir Huri’ye benzersin
     Keklik gibi saçın salar gezersin
     Şu günlerde güzellerden güzelsin
     Nasip olur sarar mıyım kız seni

     Ak kolların görünüyor kar gibi
     Ben seni bilirim bana yar gibi
     Öyle bir sevdadır ki görünmez dibi
     Bir görüşte vurup geçtin sen beni

     Akşam yakın kederlerim basıyor
     Gönül senin hayalinle yaşıyor
     Kuşlar gibi daldan dala koşuyor
     Hak yazar da koklar mıyım kız seni

     Hani güzel senin ile kavlimiz 
     Saklı durur o verdiğin aynamız
     Saya saya bitmez oldu günümüz
     Dünya bana zindan oldu nideyim

     Demiştin bir gün senin olurum
     Nerde olsa seni arar bulurum
     Başım duvaklı gelin olurum
     Geçti günler hayal oldu hepsi

     Neden böyle oldu bizim işimiz
     Bahar geldi, yaklaşıyor kışımız
     Beyaz iken kara oldu içimiz
     Geçti günler hayal oldu hepsi

     Bahar yağmurları gibi güzel kokusu
     Ne kadar tatlıdır hele bakışı
     Şimşekler gibidir vurup geçişi
     Kaybettim o güzeli bulamam

Halim Amca bir de kendi için bir dörtlük söyledi. Onu da aktarmadan edemeyeceğim:

    Dışarı bulanık yağsın yağmurlar
    Yüce Hakkım bize versin ömürler
    Tarlalar doldu, bakın rahmetler

    Yürüyom da varamıyom durağa. 


Hüseyin Seyfi’nin notu: Kızılırmak gazetesinde yayınlanması için, 1946’da yazdığı bu dörtlükleri benimle paylaşan ve ta o zamandan beri sakladığı defteri bana açan sayın Halim Karatekin’e teşekkürlerimi iletirim.

Bu gibi hikayeleştirdiğim öyküler tamamen kültürel amaçlı olup köşede köprüde kalmış değerleri gün yüzüne çıkarmaktır. Hüseyin Seyfi.


 


Yorumlar - Yorum Yaz
Urgan
Yokluktan, yoksulluktan
canına kıyan babalara!..



Özer AKDEMİR

Başına ne geldiyse bu altında uzanıp hülyalara daldığı eğri kavak ağacı yüzünden geldi. Yaşıtıydı, sırdaşıydı, arkadaşıydı. Ona kıyamadı! Ölümü onun dibinde karşıladı. Attı urganı budağına, aldı canını gözünü kırpmadan!..

Bahar yelinin uçsuz bucaksız bozkırda boyvermiş çiğdemleri okşayarak son karları da erittiği gün, sanki gök boşalmış gibi yağmur yağıyordu. Yalnız Atlar Ülkesini aşıp, tepenin yamacından kıvrılarak köyün tam ortasından geçen dere coştukça coşmuştu.

“Kırk yıl önce böyle bir sel geldiydi” dedi, dişsiz ağzında cümleleri yuvarlayan Kelik Derviş. Önlerinde boz bulanık akan seli tepenin yamacındaki çeşmenin başından seyreden bir grup köylünün arasındaydı. Selin gürleyişi, sanki yeryüzünü dövmek, hıncını almak ister gibi hışımla yağan yağmurun sesini bile duyulmaz etmişti ki Kelik Dervişin sözlerini de sanırım benim dışımda duyan olmadı.

Başlarına geçirdikleri ceketler, naylon poşetler, şemsiyelerle yağmurdan korunmaya çalışan köylülerin içindeydim ben de. Sele baktıkça başım dönüyor, başım döndükçe bakmak istiyordum. Sarıdan, mora, kırmızıdan toprak rengine bürünen suların kocaman bir ağaç gövdesini, ölü bir tilki leşini, her türlü ağaçtan binlerce yaprak ve dalı önünde sürükleyişini izlemeye doyamıyordum.

Az ötemizde yüzünü iki elinin arasına alıp görüntüye dalmış gitmiş ozanı neden sonra fark ettim. Sudan çıkmış sıçan gibi ıslanmıştı ama o bunun farkında bile değildi. Anladım ki yine başka bir alemdeydi. Asıl adını kendisi bile unutmuştu. Yıllardır ‘Ozan’dı o bizim köylü için. Yanına gidip çömeldim, şemsiyemi başının üzerinde tutarak yağmuru kestim; “Hayırdır Ozan, daldın gittin sellere” dedim. Uykuda uyanır gibi yüzüme baktı. Saçlarından yağmur suları süzülüyor, bıyıklarının, kirpiklerinin ucundan damla damla akıyordu.

Gülümsedi, bakışlarını yere indirdi. Yağmurun, selin sesine karışan bir mısra döküldü dudaklarından;

“Taşkın sular gibi akıp çağlarım
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”

Daha dün, çok uzakta, Kırşehir’den de ötede şimşeklerin parıltısının yanıp söndüğü bir gece vakti, yağmurdan önce gelen serinliğiyle ürperdiğimiz eski bağlardaki bir pağın kerpiç duvarına yaslanıp demlenirken de Karacaoğlan’ın bu türküsünü söylemişti, Elimi omzuna koyup, gözlerine baktım. Bir kez daha gördüğüm bakışlar yüreğimi dağladı. Öylesine acı dolu, öylesine dünyadan geçmiş, herşeye boşvermiş bir bakıştı ki!

Gözlerimi kaçırıp kalktım yanından. O da kalktı. Ben, yağmurun oluşturduğu, sele kavuşmak için olanca aceleciliğiyle akan ince dereciklere basmamaya çalışarak toprak yoldan sağa kıvrılırken, o sularına batıp çıktığı yağmura aldırmadan elmalık tarafına yürüdü, gitti. Bu onu son görüşüm oldu.

Selden iki gün sonra o incecik bedenini mezarına koyarken hep bu türkü döndü dolandı içimde. Ondan duyduğum son türküde kendi ölümünü anlattığını nereden bilirdim ki!

Herkes bir şey söyledi, her kafadan ayrı bir öykü çıktı, söylentiler aldı başını gitti günlerce köyde. Kimse, ozanın neden sahip olduğu tek toprak parçasında, eğri bir kavak dalına urgan atıp canına kıydığının gerçek nedenini anlamadı.

Bağı bahçesi, bostanı hep ortakçılıktı, doğuştan garibandı. Çalışır didinir, ürünün yarısını mal sahibine, emmisi, dayısı, bibisi olan akrabalarına verirdi. Hiç şikayetlendiğini duymadım ben bundan. “Aç açıkta değiliz. Tarla bizim olsa ne olur olmasa ne?” der güler geçerdi. O  zamanlar gençti daha, dünya toz pembeydi gözünde, gönlünde. Kısacık sürdü bu “yoksuluz ama keyfimiz paşada yok” günleri...

Eşini ikinci oğlunu doğururken kaybettikten sonra hiç kendinde gezmedi. Bir gün bile onu gözlerinde mutluluk ışığı ile yakalamadım o günden bu yana. Kendinden, köyden, köylüden, her şeyden uzak bir zamana takılıp kaldı yıllar yılı. Konuşması, yemek yemesi, yürümesi hep bir esriklik içindeydi. Sadece düğün dernek gezip türkü söylediği ya da şarap testisinin başına çömelip bardaklarca içtiği günlerde yüzü birazcık da olsun rahatlardı. Son gününe kadar da bu böyle oldu.

Ölümünün üzerinden on beş gün geçtikten sonra büyük oğlunu ortakçılık yaptıkları tarlada çalışırken gördüm. Acının da bir miadı vardı. Giden gitmiş yaşamak ağrısı hala kalanların omuzlarındaydı.

Daha 15-16 yaşlarında, bıyıkları terlememiş fidan gibi bir gençti. Yanına gittim, biraz laflamak daha çok da ona yardımcı olmak istedim. Domates fidesi dikiyordu toprağa. Küçük küçük çukurlar açıp çamurlu toprağın bağrını araladım, fideleri dikmesi için.

Çalışırken bir yandan da köyün öbür ucundaki mezarlıkta toprağın bağrında uyuyan babasını anlatıyordu. Ozanla aramızdaki muhabbeti iyi bilecek kadar yaş almıştı o da; “Babamın bu dünyada tek huzur bulduğu yer o kavaklıktı emmi” dedi. Akrabalık yoktu Ozanla aramızda ama çocukları emmi bellemişti beni.  Sesi çocukluğunun artık ebediyen bittiğini bilenlerin olgunluğundaydı.

İkimizde oturduk toprağın üzerine. O anlatmaya devam etti; “Annemle gençliklerinde eğri dalın altında buluşurlarmış hep. O yüzden yıllarca tüm kavak tüccarlarına hayır dedi, satmadı kimseye. Kardeşimin, spor ayakkabısı olmadığı için beden eğitimine giremediğini öğrendiğinde çok üzüldü. Bir hafta içinde sadece eğri dalı ayırarak bütün kavakları sattı. Tüccar da vazgeçmesinden korkmuş olacak ki hemencik eğri kavak dışındaki tüm ağaçları kesti.  Babam, o gün bıçkı seslerini duymamak için köyden çıktı, ilçeye gitti. Akşam karanlık çökerken geldiğinde elinde iki çift spor ayakkabısı, giysiler, tadını çoktan unuttuğumuz yiyecekler vardı. Çok güzeldi yemek o akşam. Annem öldüğünden bu yana evde eline almadığı bağlamanın başına geçip türküler yaktı. Annemin en sevdiği “Tatlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü defalarca, gözlerinden yaşlar boşanarak söyledi. Şaşırmış, ama babam sanki yaşama yeniden dönmüş gibi de sevinmiştim. Bu onun son gecesiymiş!”

Hiç bir şey söylemedim. Hayatının baharındaki delikanlının babasına veda sözlerini dinledim;

“şimdi anlıyorum ki, kavak ağaçlarının kesildiği gün babam da dünyayla bağını kesti. Annemle ilk buluştukları eğri kavağı işte bu yüzden satmadı, boynuna ipi orada geçireceğini biliyordu”

Göğsümü tıkayan kederi bastırıp yanından ayrılırken ozandan son dinlediğim türküyü mırıldanıyordum;

“Alları çıkarıp karalar geyip
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”

Özer AKDEMİR
EVRENSEL