Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam29
Toplam Ziyaret771198
Hayvan Çiftliği


"Bütün kitaplar eşittir; ama kimi kitaplar diğerlerinden daha eşittir!"
George Orwell

"Hayvan Çiftliği" George Orwell tarafından yazılan ve ilk kez 1945'te basılan kısa bir hikaye. Hikaye, eşitlik ve adalete dayalı bir toplum yaratmak amacıyla, hayvanların insanlara karşı ayaklandığı bir çiftlikte geçiyor.

"Hayvan Çiftliği", Rus Devrimi'ne ve Joseph Stalin dönemindeki Sovyet rejiminin yükselişine yol açan etkenlerin simgesel bir anlatısı olarak yansıyor. Orwell, iktidarın yozlaştırıcı doğasını ve ihtilallerin baskıcı bir sistemi diğeriyle değiştirme eğilimini eleştiriyor.

"Hayvan Çiftliği" aynı zamanda propaganda, manipülasyon ve eleştirel düşünmenin önemini de araştırıyor. Domuzların anlatıyı kontrol etme ve tarihi yeniden yazma yetenekleri, iktidardakilerin kitleler üzerindeki kontrollerini sürdürmek için bilgiyi nasıl manipüle ettiklerinin açık bir tasviri. Hayvanların, domuzların aldatmacasının arkasını görememesi, kör sadakatin tehlikeleri hakkında bir uyarı görevi görüyor.

Orwell'in "Hayvan Çiftliği"ndeki yazım tarzı doğrudan ve erişilebilir olup, okuyucuların altta yatan siyasi mesajları anlamasını kolaylaştırıyor. Hayvanların karakter olarak kullanılması hikayeye evrensel bir çekicilik kazandırıyor ve okuyucuların romandaki olaylar ile gerçek hayattaki tarihi olaylar arasında paralellikler kurmasına olanak tanıyor.

Genel olarak “Hayvan Çiftliği", herhangi bir siyasi sistemdeki yolsuzluk ve zorbalık potansiyelini vurgulayan güçlü bir edebi eser olarak duruyor; rehavetten doğacak tehlikelere, adaletsizlik ve baskı karşısında uyanık kalmanın önemine karşı bir uyarı niteliği taşıyor!

Hayvan Çiftliği", 12 -18 yaş grubu çocukların ve gençlerin rahatlıkla okuyabileceği bir edebiyat klasiği. 

Kitabın PDF sürümüne buradan ulaşabilirsiniz.

kosektas.net

CAFİYE OLAYI VE TÜRKÜSÜ





Yöre

Köşektaş, Hacıbektaş

Türkünün Sözlerini ve Hikayesini Gönderen: Zeynep Ceren Seçkal

Kaynak

Latife Tandoğan, Nevşehir, Hacıbektaş, Köşektaş Köyü, D:1923, Ö: 2008

Mustafa Ceyhan, Nevşehir, Hacıbektaş, Köşektaş Köyü, D:1931

Kitap

Öyküleriyle Kırşehir Türküleri, Destanları, Ağıtları

Baki Yaşa Altınok

Oba Yayıncılık, Mayıs 2003, Ankara,

Türkünün Kayıtlı Bulunduğu Sayfalar

323 ila 328


Köyümüze ait olan ve 33 dörtlükten oluşan bu türküyü, hikayesiyle birlikte, sitemize armağan eden sayın Seçkal'a teşekkür ederiz!

kosektas.net 


TÜRKÜNÜN HİKAYESİ

1934 yılında, o yıllarda Avanos'a bağlı Köşektaş köyünde, Cafiye yeni yetme genç ve güzel bir kızdır. Aynı köyden, Rafet adında bir genç, Cafiye'ye gönül verir. Amca oğulları Niyaz, Mustafa ve Hüsnü'yü yanına alan Rafet, köyün diğer genç kızlarıyla bulgur çeken Cafiye'yi, kızların arasından alıp, Sarılar istikametine doğru kaçırır. Olayı duyan Cafiye'nin dayısı Bekir, yeğenini kurtarmak için silâhını alır, gençlerin peşine düşer. Bunu gören gençler, "Gelme, niyetimiz kötü değil! Cafiye'yi Rafet kendine eş edinmek için kaçırdı!" derler. Ancak Cafiye'nin dayısı Bekir bu sözlere aldırmaz. Bekir'in kendilerine yaklaşmakta olduğunu gören gençlerden Rafet, elindeki silâhı telaşla ateşler ve kızın dayısı Bekir'i vurur. Bekir orada (Kıyın Ardı) can verir. Bu olaydan sonra ilk olarak Barak, oradan da Altıpınar köyüne uğradıktan sonra Sarılar köyüne sığınırlar.

Olaydan haberdar olan Avanos karakolu, Sarılar köyünü basar. Gençleri teslim etmek istemeyen köy halkı, jandarmaya biraz dirense de sonunda vazgeçmek zorunda kalır. Jandarmalar gençleri alıp, Avanos'a götürür. Rafet ve arkadaşları hapse atılır. Cafiye'yi ise babasına teslim ederler. Sonraki yıllarda babası Cafiye'yi Kozaklı'ya bağlı Abdi köyünden Mehmet adında biriyle evlendirir. Bu evlilikten 6 çocuğu olan Cafiye, 1987 yılında vefat eder. Dayısı Bekir'in ölümü, Rafet'in hapse girmesi ve Cafiye'nin de başka biriyle evlenmesi yöre halkını üzüntüye boğar. Rafet'in amcasının kızı, yaşanan bu üzücü olaydan sonra aşağıdaki ezgili türküyü söyler:


TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

Köşektaş'tan çıktım bir akşam vakti
Topladı fistanı beline soktu
Kayanın dibine varıp durunca
Depreşme dedikçe Cafiyem korktu

Bulgurun başında ben ettim işmar
Sarılar'a varınca oldum bin pişman
Sana diyom sana gelin Cafiyem
Vuruldu dayın da çoğaldı düşman

Köşektaş'tan çıktım tüfek dalımda
Bekir dayın aman vermez ardımda
Tüfekler atıldı Cafiyem korkar
Kurban olam hiç bırakma kolumda

Mezarın yanında müdafaa ettik
Köye giremedik Barak'a gittik
İlahi Cafiyem ne ettim sana
Yoruldum dedikçe elinden tuttuk

Bizde çıktık Boztepe'nin başına
Kara saçı çatma etmiş döşüne
Cafiyem dayanmaz kuru ayaza
Ver elini ellerime üşüme

Zalim Altıpınar misafir almaz
Sarılar köyünde hiç durmak olmaz
Yürü Cafiyem Avanos'a varalım
Hükümet beyleri hiç aman vermez

Mezarın yanında da eyledik harbi
Bir elim tabancada birinde mermi
Ne olur Cafiyem ağlayıp durma
Alnıyın yazısı da gördüğün görgü

Mezardan indik de yokuş aşağı
Tabancama süremedim fişeği
Ölürüm de vermez idim Cafiyem
Korkak çıktı Sarılar'ın uşağı

Evimizin önü arpa ekili
Kimler olsun Rafet'imin vekili
Kurbanlar olayım güzel Cafiyem
Topuz eylemişsin çalma kekili

Kalenin başında da ettik seyranı
Karalı geçirdik bu yıl bayramı
Bir mektup yollayın kadanız alam
Ben olayım Cafiyemin kurbanı

Rafetim de Avanos'un yolunda
Demir kelepçeler bağlı kolunda
Üç gider de bir arkama bakarım
Daha gönlüm bu davalı gelinde

Koluma vurdular altı okka demir
Hükümet beyleri veriyor emir
Sana diyom sana nazlı Cafiyem
Yiğidin alnına yazılan gelir

Çift kelepçe bağlamışlar koluna
Hele bakın şu Rafet'in halına
Sende mi ağladın kadersiz anam
Ele gelin giden benim yarime

Taramış zülfünü yıkmış kaşını
Kim onarsın şu Rafet'in işini
Mahkemede cebri götürdü deme
N'olur Cafiyem yakma başımı

Yenice bağları erken bozulmuş
Jandarmalar karakola dizilmiş
Kurbanlar olayım gelin Cafiyem
Bizim evrak Ankara'ya yazılmış

Çağlayıp akıyor şu Kızılırmak
Gayri bu ellerde hiç olmaz durmak
Kurbanlar olayım gelin Cafiyem
Babayın muradı da elimden almak

Ben vurmadım senin Bekir dayını
Elimden aldırdım nazlı yarimi
Sana diyom sana nazlı Cafiyem
Mapus damlarında sorma halimi

Acer bağımızda naneler biter
Durnası kazı da yalınız öter
Kurbanlar olayım gelin Cafiyem
Onbeş sene mapus ne zaman biter

Köşektaş altında çifte pınarlar
İçerler suyunda bizi anarlar
Kimler sorar şu Rafet'in halini
Mapusa gireni öldü sanarlar

Emmim oğlu ne belalı başımız
Mapus damlarına kondu kuşumuz
Cafiyem ifadeyi verdi de gitti
Gayri bir Allah'a kaldı işimiz

Görünüyor Avanos'un yolları
Dillendirdik konu komşu elleri
Rafet on beş sene mapus yiyince
Neye varır Cafiyemin nalları

Avanos'tan Kırşehir'e kalkarım
Evrak bozuh gelir ise çıkarım
Niye ah çekersin koca pederim
Birgün olur kör ocağını yakarım

Evlerinin önü büyük harımca
Avanos'ta mahkemeye varınca
Oturduğum yerden kalkamaz oldum
On beş seneyi de bende duyunca

Üç arkadaşım vardı biri Mustafa
Verin Cafiyemi süreyim sefa
Sana derim sana gelin Cafiyem
Şu kanunlar hiç gelmiyor insafa

Uzun olur Kırşehir'in kavağı
Allı vurun Cafiyeme duvağı
Kaderim böyleymiş gelin Cafiyem
Ne sen gelin oldun ne ben güveği

Yurt mu tuttun Kırşehir'in dağını
Sen erittin yüreğimin yağını
Mapusa düşeni öldü belleme
Bir gün yeşerdirim gönül bağını

Kapıdan geçti de fesin eğerek
Kucağında bir kızını severek
Garip anan çift koşmuşta sürüyo
Yalnız kaldım kul görgüsü diyerek

Köşektaş da Kırşehir'e aralı
N'ola anam ben olaydım yaralı
Mapus damlarında günüm geçmiyor
Cafiyem ellere gelin olalı

Çifte düğme dikmiş beyaz döşüne
Haydi gelin itaat et eşine
Eğer başkasına gelin olursan
Öleneçek kakıç kalır başına

Açın gardiyanlar kapıyı açın
Cafiyem geliyor kenara geçin
Ayağına giymiş ince kundura
Bastığı yerlere sar'altın saçın

Yüksek kaymış havlusunun önünü
Bilmeyen yok Cafiyem'in ününü
Biz birleştik dayın ayırdı bizi
Cahildik düşünmedik işin sonunu

Mapus damlarında çektim ahuzar
Sarı saçını da ettim bergüzar
Aç pencereyi de zalim gardiyan
Canlarım sıkıldı değsin ürüzgar

Sırma saçı topuğunda sürünür
Aklıma düştükçe gönlüm yerinir
Çağırma türküsün Şerif Bibisi
Duyarsa Cafiyem bize darılır


 
2 Yorum - Yorum Yaz
Berlin - İstanbul

Doğan Kuban
Türk Mimar ve Akademisyen

Almanya: 81 milyon nüfus; en büyük kenti: Berlin, 3.750. 000 nüfus; gökdeleni yok, ama metro ağı var; insan başına yıllık gelir: 43.740 dolar.

Türkiye: 75 milyon nüfus; en büyük kenti İstanbul, 17.000.000 nüfus, gökdeleni her gün artıyor. Ama metrosu yok sayılabilir; insan başına yıllık gelir: 9. 760 dolar.

(Kaynak: Economist, 2012)


Bu karşılaştırmadaki çelişkileri Alman ve Türk toplumları arasındaki kurumlaşma, birikim, üretim, tarihsel bilinç, bilim ve sanat alanındaki yaratıcılık, uygar davranışlar ve özgür düşünce ile bütünleştirince iki toplum arasında gelecek öngörüleri arasında korkutucu bir mesafe olduğu ortaya çıkmıyor mu?

Berlin park içine kurulmuş bir kente benziyor. Gökdelen yok! Toprak ve yapı spekülasyonu yapılaşma disiplinini bozacak kadar azgınlaşmamış. Yollar geniş, her yöne ulaşan bir metro ve tren ağı var. Metrosuz ulaşımının olanaksızlığını Türkiye’ye anlatamadık.

Berlin’in geniş, itina ile yapılmış kaldırımları sadece yayaların. Kaldırımlara çıkan otomobil de yok. İnsanlar köpekler ve kedilerle birlikte yaşamıyor, sokakları da mezbaha olarak kullanmıyorlar. Bizim sorumlular kentin iki yakasına iki gökdelen yerine iki tane bayram mezbahası yaptırsalar, hem daha sağlıklı hem de daha hayırlı olmaz mı?

Berlin’in 200’den fazla müzesi var. Hepsinin kitap satan bölümleri var ve hepsi çok kalabalık. İstanbul’da Arkeoloji ve İslam Sanatları Müzesi dışında önemli müze yok. Topkapı bir saray, Ayasofya camiye çevrilmiş bir kilise. Bu durum bir kültür yetersizliğidir. Avrupa’da her büyük kentin görkemli bir kent tarihi müzesi var, İstanbul’un yok. İstanbul’da ne bir doğa müzesi var ne de bir teknoloji müzesi.

Bu yokluk doğa bilimleri öğretiminin sınırlılığı ve teknolojinin yok olduğunun ifadesidir. Müzelerin göstermelik, halkın ve öğrencilerin yaşamında neredeyse olmayan varlığı toplumun sanat ve tarihle ilgisiz kültürünün endişe verici bir gösterisidir. Devletin çok daha büyük yatırımlarla yapması gereken bu kültür odaklarının yerine, küçük koleksiyonlarıyla özel müzeler geçemezler.

Müzik ve kitap

Müze kavramının toplum yaşamına yerleşememesi, bilim ve sanata ilişkin ilgi ve bilginin hâlâ var olmadığını kanıtlayan, açık, can acıtıcı bir göstergedir. Türkiye her alanda çok büyük bir kültür ve bilgi krizi yaşıyor. Bunun ülkenin geleceğini kararttığını bilgisiz ve duyarsız olanlara hangi yöntemle anlatacağız?

Berlin’in pek çok konser salonu, bu arada Hans Scharun’un modern mimarinin ünlü yapılarından biri olan filarmoni yapısı da var. Bir orman içinde olağanüstü bir açık hava konser alanı var (Waldbühne). Operası ve pek çok tiyatro sahneleri var. Opera, tiyatro ve musiki yaşamı da o oranda olağanüstü zengin. Bu bağlamda Almanya ile karşılaştırma kuşkusuz anlamsız olur. Berlin’in büyük kitapçılarından birine İstanbul’un bütün kitapçılarını sığdırabilirsiniz. Bu da düşündürücü bir olgudur. Ama doğal. Almanlar yılda kişi başına ortalama 15 kitap okuyorlarmış. Türkiye ortalaması ise bir tane bile değil.

Berlin Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasına karşın, iki savaş arasında dünyanın en modern kenti kabul ediliyordu. Tarihi yoğunluğu kadar, çağdaş mimari örneklerinin çokluğu ile. Günümüzde de, özellikle Potsdamer Meydanı çevresinde, çağdaş mimarlığın en önde gelen kent imgelerinden birine sahip.

İçi boş turistik propaganda

19. yüzyılda İstanbul, Avrupa’ya açılmış olsa bile, tarihi kimliğini sergileyen özgün yaşam kültürünü henüz yansıtıyordu. Apartman hastalığının yok ettiği eski İstanbul’un tarihi dokusundan söz etmek artık olanaksız. Halk ve belediye ‘ona değmiş, buna değmemiş’ yöntemiyle Suriçi’nden Adalar’a kadar tarihi dokuyu yok etti. 18. ve özellikle 19 yy’da İstanbul’a gelip kentin resimlerini yapan Avrupalı ressamların bizi hâlâ heyecanlandıran yapıtları, tarihi içeriği birkaç camide kalmış, içi boş bir turistik propaganda aracı olarak kullanılıyor. Kent kemirgenleri her gün, bilinçsizce, artık çok az kalmış bir tarihi mirası yok ediyor.

Bu eski İstanbul’un tüm alanı, yeni ucube Büyükşehir agglomera’sının 400. 000 hektara ulaşmış devasa yapı salatasının 20 ya da 25’te biridir. Bizim gibi duyarlı ve yaşlı mimarların içini yakan da bu 15-20. 000 hektarlık tarih harabesidir.

Kırsal alandan gelip Osmanlı olmak isteyen sonradan görme kırsal-burjuvalar, hatta İstanbul kökenli aileler imparatorluk kentini bozuk para gibi harcadılar. Çırağan Sarayı’ndan otel, saray sinemasından alışveriş merkezi yapanlar Taksim kışlasını yapmaya kalkarlar, ama Hatice Sultan Sarayı ya da Beyhan Sultan Sarayı, hatta Tersane Sarayı hatırlarına gelmez. Kuşkusuz kentin tarihi yapılarıyla ilgili bir rölöve arşivi de yoktur.

Büyük ulus kimliği

1939-1945 dünya savaşında insafsızca yerle bir edilen Berlin kentinin eski yapılarının nasıl onarıldığını ve hatta neredeyse yeniden yapıldığını görmek Alman toplumunun tarih bilincinin ve -bizdeki kimi ulus düşmanları alınsalar da- büyük bir ulus kimliğinin göstergesi olarak insanı şaşırtıyor ve çok etkiliyor. Kuşkusuz İstanbul’u 1960’tan sonra doldurmuş okuma yazması olmayan Anadolu halkını aynı bilgi, bilinç ve tutkuya sahip olmadığı için suçlamak söz konusu değil.

Ne var ki bu olgunun Almanya’yı Almanya bizi de Türkiye yapan bir kökten uygarlık farkı olduğunu, bırakın sıradan halka, okumuşlarımıza ve idarecilerimize de anlatamamışız. Son Osmanlı döneminin alafranga aileleri ahşap konak ve yalılarını apartmanla değiştirmek için birbirleriyle yarış etti. Bu da Fransızca öğrenip piyano çalarak bir aristokrat hatta bir burjuva geleneğinin bile yaratılamayacağının kanıtıdır.

Bu arada Taksim’in yeniden düzenlendiği bugünlerde Türk kentlerinin kent meydan yoksulu olmaları bağlamında temel bir noktaya değinmek gerekiyor. Bizim geçmişimizde planlı kentsel meydan kavramı yok. Bu bizim yapı kültürünün bir özelliğidir. Belki insani bir içeriği de var. Fakat her tarafı yüksek apartman ve gökdelenle doldurulan yeni mahallelerde bu yokluk bir kültür göstergesi değil, bir kültürsüzlük göstergesidir. Çok büyük anıtlar söz konusu olmadıkça, meydanlar yapılarıyla değil, boşluklarıyla etkili olurlar. Paris’te Concorde, Berlin’de Alexander Platz, Roma’da Palazo Venezia ile Colosseum arasında Piazza Venezia ve Foro Romano, Londra’da Trafalgar Square, Moskova’da Kızıl Meydan, Beijing’de Tien An Men Meydanı gibi.

Bir iki parkı anımsayalım: Paris’te Bois de Boulogne, Berlin’de Tiergarten, Londra’da Hyde Park, New York’ta Central Park. Bunlar saray bahçeleri değil. Halk için tasarlanmış mekânla ve kentin bir yapı ve otomobil deposundan fazla bir şey olduğunu gösteriyorlar. Çağdaş inşaat hastaları ya da spekülatörler kentleri yapı deposu olarak görmekte devam ediyorlar. Taksim hikâyesi bunu açıklıyor. Bu insanlar için 17. 000. 000. insanın yüksek apartman, gökdelen ve AVM den başka bir gereksinimi yok anlaşılan! Bu kazulet kutular arasındaki ulaşım eziyeti de nereye ödediğimiz belli olmayan bir tür haraç olmalı!

Sevgili Okuyucular,

Bu satırları okuyacağını hayal ettiğim bir belediye başkanı Paris’te Concorde’dan Eiffel Kulesi’ne doğru yürürken düşünen ve duygulanan ve diyelim Anne Sophie Mutter’i Kreutzer Sonatı çalarken Viyana’da, Musik Verein’ın konser salonunda dinlemiş ve Viyana’da Gottfried Semper’in Doğa Müzesi’ni gezmiş biri olsaydı, kuşkusuz ne dediğimi anlardı. Çünkü bunların tümünün bir uygarlık tanımladığını biraz anlamış olurdu.

23 Kasım 2012