Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam12
Toplam Ziyaret736968
Bireyden Topluma

Erken Teşhisin Önemi; Bireyden Topluma

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Machiavelli, 'Hükümdar' eserinde der ki: “Başlangıçta ince hastalığın tedavisi kolay, teşhisi zordur. Ama zaman ilerledikçe başlangıçta teşhisi ve tedavisi yapılmayan hastalığın teşhisi kolay, tedavisi zor olur. Aynı şey devlet işlerinde de söz konusudur. Devlet içinde doğacak sorunları zamanında tanımlayan biri için onların çözümü çabuk ve kolaydır. Ama sorunların ne olduğu kestirilemezse ve herkesin görebileceği kadar büyümesine izin verilirse, çözüm yolları ortadan kalkar.”

Bu söz, yalnızca devlet yönetiminde değil, bireyden topluma kadar uzanan pek çok sorunun özünü kavramak için bir rehber niteliğindedir. Peki, bugün Türkiye’de bu anlayışı ne kadar hayata geçirebiliyoruz? Sorunları zamanında teşhis edip çözebiliyor muyuz, yoksa herkesin görebileceği kadar büyümesine izin mi veriyoruz?
Son yıllarda ülkemizde derin bir ruhsal bunalım hâkim. Bir yanda ekonomik zorluklar, öte yanda toplumsal çatışmalar, bireylerin ve ailelerin hayatını kökünden sarsıyor. Gazete manşetlerinden sosyal medyaya kadar her yerde aynı haberler: Aile içi şiddet, akıl almaz yoksullaşma, barınma sorunu, gençlerin geleceksizlik kaygısı, yabancılaşma, intihar ve cinayet haberleri… Artık kimse "Ben bu haberleri duymadan günümü geçireyim" diyemiyor.

İstatistikler her şeyi anlatıyor: Ülkemizde antidepresan kullanım oranı son on yılda katlanarak artmış durumda. Bu, bireylerin yaşadığı derin mutsuzluğun bir göstergesi. Mutsuzluk ilaçlarla çözülebilir bir hastalık olmadığı gibi antidepresanlarla çözülemeyecek kadar büyük bir sorun var ortada: Toplumsal dayanışma ve güvenin kaybolması.
Sorunun tanımını yapmak artık kolay; tedavi etmek ise zor. Ama zor diye hareketsiz kalamayız. Öncelikle, bireylerin yaşadığı bu travmaların kökenine inmeliyiz. Eğitimden sağlığa, ekonomiden sosyal ilişkilere kadar her alanda "erken teşhis" mantığını devreye sokmalıyız.

Belki de en büyük sorun, hepimizin içinde büyüyen "geç kaldık" hissi. Oysa hiçbir şey için tam anlamıyla geç değil. Önemli olan, sorunların büyüklüğü karşısında pes etmemek ve toplumu yeniden inşa etmek için bireysel olarak da elimizden geleni yapmak. Her birey bir toplumu oluşturan yapı taşlarından biri. Eğer bireysel mutsuzluklarımızı ve öfkelerimizi fark eder, onları dönüştürmek için adımlar atarsak, bu zincirleme bir iyileşme yaratabilir.

Türkiye’nin bu “ince hastalığı” bir krizden çok, bir dönüşüm fırsatı olarak ele alınmalı. Çünkü unutmayalım: Hastalık ne kadar ilerlerse ilerlesin, iyileşme umudu her zaman vardır. Ancak bu umut, harekete geçilirse gerçeğe dönüşebilir.

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Tarikatların İç Yüzü

10 yıl boyunca tarikat ve cemaatler içerisinde yer alan ve şeyh yardımcılığına kadar yükselen Tekeli, "Bütün şeyhler, tarikatlar, cemaatler sahtedir. Buralarda tecavüz ve taciz vardır. Tacizin ana kaynağı sadece tarikatlar değil, kuran kursları, yurtlar ve cemaatlerdir. Bunlar din pazarlayan, namussuz ahlaksız insanlardır. Ben bunların hepsini gördüm ve yaşadım” dedi. Tekeci ayrıca, mahallelerde açılan “Sıbyan mektepleri”nin ne kadar tehlikeli olduğunu, devlet kurumlarının hangi cemaat ve tarikatlara paylaştırıldığını detaylarıyla anlattı.

Sizi tanıyabilir miyim?

1965 yılında Kastamonu'nun Taşköprü ilçesinde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokul ve liseyi Kastamonu İmam Hatip Lisesinde okudum. 6 yaşında köy imamında Kuran okumaya başladım. Hem ilkokula hem de köy imamına gittim. İlkokul bittikten sonra ailem beni ‘gavur’ okulu diye orta okula göndermedi. Bir Kuran kursuna gönderdiler. Hayatımın en karanlık ve acı dolu günleridir. Ailemden habersiz parasız yatılı sınavlarına girerek ve din eğitimi de veriliyor diye İmam Hatip’e gitmeye ikna ederek okumaya başladım. İmam hatip benim için bir kurtuluştu. 29 yıl çeşitli yerlerde din görevlisi olarak görev yaptım ve 2013 yılında siyasi iktidarın dini kullanması ve camilere siyasetin girmesinden rahatsız olarak emekli oldum. Allah’ı Arayan İmam ve Labirentten Çıkış isimli iki kitabın yazarıyım.

Hangi yıllarda tarikat ve cemaatin içinde yer aldınız? Nerede ve kaç yıl onlarla kaldınız?

Göreve ilk başladığım 1985 yılında bize tavsiye edilen tek kaynak Ömer Nasuhi Bilmen’in İlmihal kitabı idi. Diyanet imam atamalarını ve bütün din işlerini bu kitaba bakarak yapardı. 1995’li yıllara geldiğimizde kafamda ciddi sorular oluşmaya ve cevaplarını bulamamaya başladım. O yüzden bu sorulara cevap bulabilirim düşüncesi ile tarikata girdim. 10 yıl tarikatın içinde kaldım. Mensup olduğum tarikatın şeyhinin ildeki görevlisiydim.

Ancak aradığım hiçbir şeyin cevabını bulamadım. Tamamen rüyalara dayalı ve adına maneviyat denilen hurafelerden başka bir şey yoktu. Mensup olduğumuz tarikatın şeyhi Kuran ayetlerini bile yanlış okurdu ancak bir hikmeti vardır diye bir şey söyleyemezdik. Daha fazla orada durmamın bir anlamı kalmadığına 2005 yılında karar verdim ve ayrıldım.

Neden tarikat ve cemaatlerden ayrıldınız?

Dine ait hiçbir şey yok aslında buralarda. Her tarikatın derneği ya da vakfı var. Onlara bağlı olanlar ciddi bir para kaynağı. Sorgulamadan gidilen bu sadakat anlayışı içinde “Allah rızası için” denilerek sizden ciddi bir kaynak sağlanmakta. Sorduğunuzda “O Allah'ın evliyası, sen de aynı makamda ol sana da nasip olur” gibi yuvarlak cümleler ile bu sorular geçiştiriliyordu. Orada özellikle zikir ortamında oluşturulan yapmacık illüzyon daha sonra cazibesini yitiriyor etrafınıza bakmaya başlıyorsunuz. Oradaki ruhsal olarak sömürülüyor, maddi olarak sömürülüyor. İç dinamiklerinin ne olduğunu bilmediğiniz bir hiyerarşi içinde ciddi bir saltanat sürüldüğünü görüyorsunuz. Bugün fakir olan, dünyalığı olmayan tek bir tarikat ve cemaat şeyhi yoktur. Tamamı saltanat içinde Karun gibi hayat sürmektedir.

Yurtlar tehlikeli mi?

Yurtlar ve kurslar çok tehlikelidir ve istisnasız ilk ve orta öğrenim öğrencileri için açılan bütün kurs ve yurtlar kapatılmalıdır. Adana’da yurtta yanarak ölen kız çocuklarımız, Ensar Vakfı'nda tecavüze uğrayan erkek öğrencilerimiz, Fıkıh-Der’de tecavüze uğrayan öğrencilerimiz, tarikat şeyhleri tarafından taciz ve tecavüz edilen çocuklarımız ve kadınlarımız sadece foseptikten sokağa taşan damlacıklardır. Duyduğumuz koku budur. Bunun içerisinde çok can yakan ve yürek dayanmayacak manzaraların yaşandığı sokağa taşan kokulardan belli olmuştur. Bu vesile ile anaokulu adı altında her mahallede açılan “Sübyan mekteplerine” de dikkatinizi çekmek isterim. Buralarda barındırılan küçük çocuklarımız çok büyük tehlike altındadır. Bu çocuklarımız geleceğin cemaat ve tarikatlarına alt yapı olarak hazırlanmaktadır. Buralardan mezun olan kız çocuklarımızın mezuniyet törenlerinde genellikle gelinlik giydirilerek beyinlerine gönderilen mesaj çok önemlidir. Ülkemizde durmadan yükselişte olan “Çocuk Gelinler” olayının temelleri yıllarca ekilen bu tohumların bir izdüşümüdür. 

En son yaşanan olay gibi taciz ve tecavüz olayları yaşanıyor mu?

Buralarda verilen eğitimlerde öğrenci ile öğretici baş başa kalabilmektedir. Özellikle ezber derslerinde bu daha çok yapılmaktadır. İşte o odada neler olduğunu ve ne yaşandığını çocuk cesaretini toplayıp ya da dayanılmaz noktaya gelip anlattığında öğrenebiliyoruz. Bu zamana kadar tarikat ve cemaatlerde ortaya çıkan olaylar, kurs ve yurtlarda taciz ve tecavüze uğrayan çocukların haberleri aslında buralarda ne kadar karanlık ve ahlaksız işlerin döndüğünü net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Tarikatları nasıl yorumluyorsunuz? 

Tarikatlar Kuran ayetlerine takla atlattıran, onlara akla ve hayale gelmeyen anlamlar katarak metafizik kavramlar ve soyut anlatımlarla ispatlanması mümkün olmayan rüyalara dayalı bir din oluşturmuşlardır. Tarikatların iki sermayesi vardır: sadakat ve cehalettir. Tarikatların % 90’ı Türkiye’yi “Dar-ül Harp” olarak görmektedir. Yani yarın ellerine fırsat geçtiğinde “savaşılacak devlet” demektir bu. Kısaca cemaat ve tarikatlara göre Türkiye’de mevcut ne varsa ganimettir ve hangi yolla olursa olsun onlara helaldir. O yüzden devletin malından ne koparabilirlerse aslında dinsiz bir devletten kopardıkları ganimettir.

Asıl vahim olan budur. Siyasal İslam’ın Atatürk’ün kurup yoktan var ettiği bu ülkenin ne kadar kazanımları varsa teker teker yok etmek, ellerine geçirmek için her hileye başvurmaları bundandır. Bu tehlikeden sadece hiçbir şeyin farkında olmayan vatandaşın haberi yoktur. Net olarak söyleyebilirim ki, tarikatların tamamı kurumsal olarak Atatürk düşmanıdır.

Devlet tarikatlara mı emanet ediliyor?

Türkiye Cumhuriyeti sıradan bir Ortadoğu ülkesi değildir. 29 Ekim 1923 yılında atılan bu ülkenin temellerini Mustafa Kemal Atatürk sağlam atmıştır. Bu ülke hiçbir zaman bir din devleti olmayacaktır. Bu ülke hiçbir zaman şeyhlerin ve dervişlerin yönettiği bir ülke olmayacaktır. Zira bu ülkenin bütün ayarları Atatürk tarafından “Muasır Medeniyet”e göre ayarlanmıştır. Tarikatlar arasında görev taksimi 1970’li yıllarda yapılmıştır. Dershane ve özel okullar Fetullahçılara, Kuran kursları ve yatılı yurtlar Süleymancılara, Arapça ve medreseler İsmailağa Cemaati’ne, Adıyaman Cemaati’ne ise hastane ve sağlık sektörü pay edilmiştir. Bu yurt ve pansiyonlarda kalan öğrencilerin tamamı o cemaate hizmet etmek ve oranın müridi olmak zorundadır.

Cumhuriyet

  
1342 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Şehleray Dili

Bedros Tıngır'ın Evrensel Dili Şehleray
The Seh-lerai Language

Şair Bedros Tıngır'ın dünya barışına hizmet etmesi için tasarladığı, icat ettiği ve kurallarını, gramerini oluşturduğu Şehleray dilinin hazin hikâyesi...

Şair Bedros Tıngır’ı (Petros Tıngıryan) ve tasarladığı Şehleray dilini pek bilen yoktur. Kendisi 19. Yüzyılda 40 yıl boyunca İzmir Buca’da yaşamış ve 1881 yılında Buca’da ölmüş Ermeni bir şairdir. Dokuz dile (Ermenice, Yunanca, Latince, Arapça, Farsça, İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Sanskritçe) hâkim olan Tıngır, 1865 yılında burada, uluslararası olarak kullanılabilecek Şehleray dilini icat etmiştir. Bu dil Tıngır’a göre, bütün ülkeler arasında barışı ve sevgiyi teşvik edecek, dinler üstü, diller üstü, uluslar üstü kimlikli bir dil olacaktır. Tıngır, çeşitli dinlere ve dillere bölünmeye maruz kalmadan evrensel tek bir dilin ulusları birbiriyle bütünleştireceğine ve hatta tüm bireysel çekişmelere, tüm kavgalara ve tartışmalara bir son vereceğine inanmıştır. Tıngır, dilinin dünya çapında, tüm uluslar tarafından sevgi ve direniş olmadan kabul edileceğini hayal etmiştir. Hedefinde, yıkılmayacak bir Babil Kulesi inşa etmek vardır.

Böyle bir hayat felsefesi benimsemesinde, Tıngır’ın yaşadığı kimi olaylar da etkili görülmektedir. Tıngır, 3 Eylül 1799'da Konstantinopolis'te doğmuş, 21 Ekim 1811 yılında Ermeni Katolik Mekhitarist İlahiyat Fakültesi’nde rahiplik için eğitim almak üzere Viyana'ya gönderilmiştir. Bedros'a 7 Eylül 1813'de dini bir sembol taşıyan Karapet ismi verilmiştir. On dokuz yaşında bir rahip olarak görevlendirilen Karapet, Konstantinopolis'e dönmüş, ancak 1827-1830'da başkent Ermeni Ortodoks Patrikhanesi tarafından kışkırtılan Ermeni Katoliklerine yönelik zulüm sırasında şehirden gönderilmiştir (Russell, 2012, s.3). Tıngır, ilk önce Bükreş'e gitmiş, 8 Ocak 1828'de Viyana'daki manastırına dönmüş, buradan hem Ermeni Katolikliği hem de kendisine verilen Karapet ismini reddederek ayrılmıştır. Yolculukları onu son olarak İzmir'e taşımıştır. Fikrimce, dinler ve diller üstü, barış ve sevgi taşıyacak bir dil icat etme motivasyonunun altında, yaşadığı zorlu mücadeleler yatmaktadır.

Tıngır, icat ettiği yeni dili, çeşitli dillerin çeşitli seslerinden, özellikle Sanskritçe'den oluşturmuş, çeşitli karakterlerin parçalarından oluşan bir amalgam yaratmıştır. Herhangi bir ulus tarafından kabul edilip kullanılmadığından Şehleray, bir dil olarak adlandırılamamıştır. Tıngır, icat ettiği dil için bir gramer kitabı ve sözlük hazırlamıştır. Oluşturduğu alfabeyi temel aldığı bir müzikal notalama sistemi dahi geliştirmiştir (Russell, 2012, s.3).

Eğitiminin bir kısmını Viyana’da, bir kısmını da İstanbul’da tamamlayan Tıngır, şair olmasının yanı sıra bir dilbilimci olarak da kabul edilebilir. Kendisi, yeni oluşturduğu Şehleray dilinde şiirler yazmış, gelen ziyaretçilerine bu dilin Fransızca tercümesinden şiirler okumuştur. Fakat kendisi dışında Şehleray dilini anlayabilen, o dilden eserleri okuyabilen biri olamamıştır maalesef. Elbette elimize ulaşan eserleriyle, özellikle de yazdığı gramer kitabı ve sözlük vasıtası ile dilin analizi ve bu dil üzerinden yazılan şiirlerin analizi mümkündür.

Tıngır, Buca’daki evinin girişine, kendi tasarladığı dili kullanarak ‘’Ayzeradant’’ yani ‘’Bilgelik Tapınağı’’ yazmıştır (Russell, 2012, s.4). Evinde dilbilimi üzerine çokça kitap içeren bir kütüphanesi bulunmaktadır. Ünlü yazar William Saroyan, Bedros Tıngır’ın yakın arkadaşlarındandır. Bedros Tıngır’ın yaşadığı yer bugün, Tıngırtepe olarak adlandırılmaktadır; lakin orada yaşayan halkın Bedros Tıngır hakkında bir bilgisi olmamakla birlikte, Şehleray dili hakkında da fikirleri bulunmamaktadır.

Bugün, Bedros Tıngır’ın evini görmek mümkün değildir; Tıngır’ın evinin bulunduğu yerin üzerinde Mevlana Celaleddin Rumi’nin devasa bir heykeli bulunmaktadır. Şehrin hafızasının geri kazandırılması, Bedros Tıngır’ın çok önemli bulduğum dil felsefesinin görünür kılınması için Tıngır hakkında geniş kapsamlı araştırmalar başlatılmalı, çeviri faaliyetleri yapılmalıdır.

Gözde YILMAZ 

Kaynakça:

Russell, James (2012) "The Seh-lerai Language", Journal of Armenian Studies.

Harvard Library