Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam0
Toplam Ziyaret752372
Öteki Çanakkale

Çanakkale Savaşları`nın yıldönümlerini, toplumu sarmalayan şiddet kültüründen kurtulmak için yaşamın, kardeşliğin, yurt ve dünya barışının dillendirildiği
günlere dönüştürmeliyiz!

Köyümüz bilgisunum sayfasına böylesi baştan sona barış kokan bir çiçek sunmuş olmasından dolayı öğretmen Hacı ÇÖL'e çok teşekkür ederiz!

kosektas.net 


Çanakkale`den Barışa Giden Yol

Son günlerde sitemizde Çanakkale Savaşları’yla ilgili tartışma yazılarını ilgiyle izliyorum. 18 Mart tarihi yaklaştıkça konunun daha da güncelleşeceğini düşünüyorum.

18 Mart savaşın başlangıcı olarak kabul edilir, öyle bilinir. Oysa İngiliz birlikleri 19 Şubat 1915 tarihinden itibaren Settülbahir ve Kumkale mevkilerini bir ay boyunca bombaladı. Çanakkale Savaşı’nı bir bütün olarak değerlendirecek olursak 19 Şubat’ı başlangıç olarak kabul etmemiz gerekiyor.

Ortaokul Sosyal Bilgiler öğretmenim Köksal Altun (Köksal Hoca) bize tarihi; sebepler, olaylar ve sonuçlar olarak incelenmesi gerektiğini öğretmişti. Ne iyi öğretmiş, hocamı saygıyla anıyorum. Çanakkale Savaşı’na bu açıdan bakacak olursak; öncelikle bu savaş neden yapıldı, gerekçeleri neydi? İlk akla gelecek olan “düşmanlar yurdumuzu ele geçirmek istiyordu” olurdu herhalde. Evet itilaf devletleri bunu istiyor olabilirler. Ama onların asıl hedefi boğazları geçip Rusya’ya yardım etmekti. Bu arada Enver Paşa’nın iki Alman gemisine Osmanlı bayrağı çekerek Karadeniz’e geçip Rus kentlerini bombalaması ile Osmanlı Devleti’nin resmen savaşa girdiğini de belirtelim. Savaşlardan bitkin düşmüş bir halkı yeni ve büyük bir savaşın ortasına atan başta Enver Paşa olmak üzere İttihatçılar’ın asıl amacı Turan ülküsünden başka bir şey değildi. Mustafa Kemal’in o yıllarda düşünsel olarak İttihatçılar’dan ayrıldığını da ekleyelim.

Birinci Dünya Savaşı başlamış, bütün şiddetiyle sürüyor ve kendimizi savaşın içinde buluyoruz. Yıllardan beri yapılan Rus Savaşları (93 Harbi), Balkan savaşları, Trablusgarp Savaşı, Suriye ve Mısır Savaşları derken askeri ve ekonomik anlamda bitkin düşmüşüz. Ordu bu savaşlar sonunda iyice yıpranmış. Çanakkale için yeniden seferberlik emri çıkarılıyor, eli silah tutan erkekler askere alınıyor. Mesleği asker olmayan bu insanların çoğu öğretmen, doktor, esnaf, tüccar gibi çeşitli meslek gruplarındandı. Yani ülkenin aydın ve üretken insanlarıydı.

Savaş değişik cephelerde bir yıla yakın sürdü. Her iki taraftan yüz binlerce insan hayatını kaybetti. Ne kadar kolayca söyleyiverdik “yüz binlerce insan hayatını kaybetti”. Onların aileleri, geride bıraktıkları hayatları, savaş sırasındaki yaşadıkları psikolojik travma.

Bugün rahat koltuklarımızda, o insanların yaşadıklarını anlamaya çalışmak, empati kurmak ve hak ettikleri en büyük saygıyı içimizde duyumsamak o insanlar için yapabileceğimiz en önemli şey galiba. Karşılıklı cephelerde savaşan, adını, sanını, memleketini bilmediği insanlarla yeri gelip ekmeğini paylaşan onurlu insanlar savaşın ne kadar gereksiz olduğunu bize gösteriyor.
   
Savaşın bitiminde Çanakkale geçilmemişti. Yokluklar içinde mevzilerini savunan bu insanlar kendinden kat kat büyük ordulara boyun eğmemişti. Başta Anafartalar komutanı Mustafa Kemal olmak üzere hepsini rahmet ve şükranla anıyoruz (Annemin dedesi de Çanakkale’de kalmış, künyesi bile gelmemiş). Evet Çanakkale geçilmemişti. Savaş kazanıldı demiyorum. Zira yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği bir savaşın kazananı olmayacağını düşünüyorum. İtilaf devletleri İstanbul’a, oradan da Karadeniz’e ulaşamadılar. Buna bağlı olarak tarihin seyrini değiştirecek önemli gelişmeler oldu. Rusya’da çarlık rejiminin yıkılması, Ekim Devriminin gerçekleşmesi Kurtuluş Savaşı sırasında bizi oldukça rahatlattı. Aksi durumda, bir de doğu cephesinde Ruslarla savaşmak zorunda kalsaydık, Kurtuluş Savaşı nerelere evrilebililirdi, tahmin etmek bile oldukça güç olurdu.

Çanakkale Savaşı’na salt “vatan savunması” gözüyle bakmak yanıltıcı olabilir. Savaş bitiminde başkent kurtulmuştur. Ama aradan birkaç yıl geçmeden (13 Kasım 1918) İstanbul işgal edilmişti. İngiliz gemileri boğaza demirlemiş, şehrin sokakları yabancı askerlerle dolmuştu. Uğruna Çanakkale’de onca insanımızı kaybettiğimiz ülkede, İstanbul’un fiili işgaline karşı bir tek kurşun bile atılmamıştı. Bu açıdan değerlendirecek olursak, o insanlara karşı haksızlık etmiş oluruz. Bunca çaba, eziyet heba mı oldu diyeceğiz?

Çanakkale Savaşları’nın yıl dönümlerini, genç kuşaklara şehit olmanın erdemlerinin anlatıldığı; ölümün, öldürmenin özendirildiği günler olmaktan çıkartıp, toplumu sarmalayan şiddet kültüründen kurtulmak için, yaşamın, kardeşliğin, yurt ve dünya barışının dillendiridiği günlere dönüştürmemiz gerekiyor. Ancak o zaman uğruna nice canlar verdiğimiz bu güzel yurdu yaşanır kılabiliriz.

Hacı ÇÖL

Kırşehir,  11.3.2006, 22:00
Bir Yudum Köşektaş


Şifahilikten kurtulup kanıtsallığa ulaşmak için bu tür yazılı belgelere ihtiyaç var!
Görünürde olanın ve bilinenin ötesine geçerek, Köşektaş ve insanına yönelik
bilgileri gün ışığına çıkaran öğretmen Hüseyin Seyfi'ye, belge niteliği
taşıyan bu yazısı için çok teşekkür ederiz!
kosektas.net



Bir Yudum Köşektaş l Hüseyin Seyfi l 3 Mart 2025, Pazartesi

Köşektaş, Kapadokya dairesi içinde, Avanos’a 35, Hacıbektaş’a 20 km. uzaklıkta şirin bir köy.
Henüz beş altı yaşındayım. Evimizin arkasında, bir karış tozu olan yolda, yaşıt birkaç çocuk birlikte oynuyoruz. Önce derinden, sonra gittikçe yaklaşan metalik bir gürültüye dikkat kesiliyoruz. Gürültü şiddetini artırınca korkmaya başlıyoruz. Bu sırada, benden iki yaş büyük ablam, nereden aklına geldi bilmiyorum, “Teççel meççel”, “Kaçın, teççel meççel gelmiş.” diye bağırınca, her birimiz, bir tarafa dağılıyoruz. Ben, doğru samanlığa kaçıyorum. Kalbim, küt küt vuruyor. O sırada ablam yetişiyor. Bu kez de, “Kardeşim, dünya batıyor. Önce çocukları götürecekmiş teççel meççel, sonra da büyükleri.”

Samanlık karanlık, korkuyorum, teççel meççel ha geldi, ha gelecek. Bereket versin biraz sonra gürültünün gittikçe uzaklaştığının farkına varıyoruz. Derin bir nefes alıyoruz ve korkumuz geçiyor.

Sonradan öğreniyoruz ki, o müthiş gürültüyü çıkaran, köye köprü yapımı için gelen paletli bir dozermiş.

Bu olay, çocuklar olarak bizim teknikle ilk tanışmamız ve teknikten ilk korkumuz oluyor.

Köylüye gelince; onun teknikle buluşması, hatırladığıma göre ya burunlu bir otobüs veya “Gazlı Fordsun.” Belki de onlara göre, az öncesi vardı teknikle tanışmışlığın. Bilmiyorum, askerlikte veya gittikleri şehirlerde.

Gazlı Fordsun da oldukça gürültülü çalışan bir traktördü tıpkı eski kömürlü trenler gibi.

Traktör köye yeni geldiğinde, önündeki bir delikten sokulduktan sonra kıvrılıp döndürülen, ‘L’ şeklinde bir levye ile çalışırken, sonradan traktörün yan tarafında bulunan teker şeklindeki kasnağına sarılan bir urganın onbeş, yirmi kişi ile çekilip, hızla döndürülmesi ile çalışır olmuştu.

Gazlı Fordsun, mavimsi renkte bir traktördü; köylünün teknikle buluşup kucaklaştığı araç. Yani karasaban, pulluk ve motor. Diğer bir deyimle, öküz, at, traktör. Tıpkı bataryalı, pilli, elektrikli radyolar silsilesi ya da taş değirmenleri, su değirmenleri, yel değirmenleri, motorlu değirmenler gibi.

Yıllar altmışlara girince, kağnıların gıcırtısı kesildi. Kırsal kesimdeki ulaşım, at arabaları ile biraz daha hızlandı.

Köşektaş köyü değişiyor, okuma, yazma ve aydınlanma hususunda çevreye fark atıyordu.

Önce ebeveynler, arkasından çocuklar okul için can atıyorlardı. Hangi zorluklara katlanmıyorlardı ki; On bir yaşlarında üç beş çocuk, bir odalı evlerde tek başlarına, yeme içme, temizlik her şey kendilerine, ya bir ilçe merkezinde veya yakın bir ilde. Tüm bu zorluklar okumak uğrunaydı. Sanki aydınlanma kıvılcımı oluşmuştu.

O yıllardaki okuma seferberliğine köylü, iki üç yıl içinde kızları da kattı. Yalnız onlara yaşlı bir bekçi, babaanne veya anneanne refakat ediyordu.

Köy Enstitülülerden veya Öğretmen Okullulardan sonra liseliler. Ve nihayet Üniversiteliler.

Aynı zamanda bir süreç daha çalışıyordu; yurt dışı, özellikle Almanya. Gurbetler, ayrılıklar.

Yalnız kalan, parçalanmış aileler:

Tıpkı teknikle uzaktan tanışıklığım gibi, bir ilki daha yaşadım yüreğim sızlayarak; babam, Almanya kervanına katılmıştı ve ayrılmıştık. Çok sevdiğim babam, ekmek uğruna bizden, elimizden uçup gitmişti; altı kardeşin en büyüğü on dört yaşındayken.

O geri geldi, yani babam. Ya dönmeyen babalara ne demeli? Onların çocukları, onların eşleri? Koca ülke Türkiye’de durum aynıydı. Aileler, ayrı düşen eşler ve çocuklar. Bu durum yıllarca devam etti.

Köylerdeki değişim, bu sıralarda başlamış oldu. Işık geldi, yol geldi. Önce radyo, sonra televizyon. Hiç unutmam babamın Almanya’dan getirdiği kırmızı renkte ‘çanta radyo’ ile günlerce yatağa yatmıştım.

Toprak, kerpiç evler yerine, kiremitli, çatılı evler yapılmaya başlandı. Bunlara, ‘Almancı evleri’ dendi.

Köy çeşmeleri yerine ‘terkos’ suyu içilmeye, tere yağ yerine ‘vita’ yağ yenmeye başlandı.

Okumaya gidenler çoğaldı. Onlar da, köylerine dönmediler bir daha. Öğretmen oldular, polis oldular, hakim, avukat, doktor ve diğerleri.

Yıllar su gibi aktı. Köy boşaldı. Köşektaş Köyü bin beş yüz insandan üç yüze düştü.

Şimdi kalanlar yaşlılar. Çoğu kadın. Tüm çileyi onlar çekiyor. Çekecek çileleri varmış. Dul kaldılar. Çoğunun eşleri çoktan öldü. Gelenleri, gidenleri yok. Yalnız kaldılar. Hiç hayal etmedikleri öyle bir yalnızlığın içine gömüldüler ki. Büyük aileden, çekirdek aileyi yaşayamadan yalnızlığın içine düştüler. Oysa daha kırk beş yıl önce, anneler, babalar, ebeler, dedeler, gelinler, amcalar çocuklar, torunlar hep bir arada yaşamıyorlar mıydı?

Onlar, yani yaşlılar, hepsi de misafir. Yaz mevsimini idare ediyorlar şimdilerde.

Ya kışın? Soğuk. Soba yanacak, yemek yapılacak ve yaşanacak yaşanabildiği kadar.
Çocuklar, gelirlerse düğünden bayrama. Gelinlerin gönlü olursa birkaç saatliğine.

Uzun sözün kısası, yaşlılar zor durumdalar. Hiçbir yere sığamıyorlar. Hasta olup zorunlu kalmadıkça hiç biri, hiçbir yere kımıldamıyor. Sanki söz birliği etmişçesine. Biraz da sitemlice gelen gidenin olmayışına. “Sıkılırız” diyorlar. Bu da, işin bahanesi.

Gelmeyenlerin de haklı gerekçeleri var. Kimi Edirne’de, kimi Hakkari’de. Yine Yurt dışında olanlar çok. Üçüncü kuşak yetişmiş orada. Çoğu memleketini bile bilmiyor.
Bilenler de yılda en fazla yirmi gün. Çoluk çocuk, hepsi ekmek peşinde. Emekli olanlar, ’iki arada, bir derede kalmışlar’ Onlar da dönemiyorlar. Çocuklar, torunlar oradalar.
İçleri özlem dolu olsa bile dönemiyorlar. Bir de bahaneleri var, “Sağlık yönünden burası Türkiye’den rahat” diyorlar. Tüm bunlar değişimin öteki yüzleri.

Köyde kalan yaşlı kadınlar, bilselerdi böyle olacaklar. Kocalarını Almanya’ya, çocuklarını okumaya göndermezlerdi herhalde.

Ne dersiniz?

Değişimin önünde durulmuyor ki. Bakalım, daha ne sürprizler bekliyor…

Hüseyin Seyfi

İlk kez 28 Mart 2014, Cuma günü yayınlanmış bir yazıdır.

  
118 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Bir Bahar Önü

Elli altmış yıl öncesinden bir bahar önü.

Uzun geçen kış mevsiminin sonunda, hasretle beklenen bahar, köyde yüzünü gösterdi. Güneş çıktı. Üşüyen toprak biraz ısındı. Toprağın üstünde üç aydan beri bekleyen kar erimeye başladı. Kar eridikçe toprağın üstü açıldı, toprağın ıslaklığı geçti ve eriyen karın altından önce kardelenler, sonra sarı çiğdemler toprak üstüne çıktı.

Kış boyu ahırlarda hapis olmuş tavuklar, inekler, atlar, öküzler, danalar, koyunlar, kuzular dışarı çıkarak açık havanın tadını aldılar. Çocuklar çiğdem toplamak üzere donu çözülmüş kırlara koştular. Güneşin ısıttığı ve ıslaklığını aldığı yol üstündeki küçük toprak yığınlarının içinden çıkan ve arka arkaya dizilen karıncalar baharın yaklaştığının habercisi oldu.

Kuzey yamaçlarda henüz erimeyen kar, gümüş rengini alırken, güneş, arkasına koyu bir kızıllık bıraktıktan sonra kayboldu. Geride kalan, ayaza dönen esinti ile ocaklardan, tandırlardan çıkan koyu dumandı.

Akşam karanlığı ile herkes evine çekildi. Sokaklar ıssızlaştı. Dışarıda, çöplük başlarında siftinen birkaç uyuz zağar ve duvar başlarında oynaşan kedilerin yanında, ahıra girmeyen çelimsiz, yaşlı bir at kaldı.

Gün batımından bir süre geçtikten sonra, gökyüzünün kızıllıkları da kayboldu. Ay, tüm güzelliğini gururla sergiledi. Gecenin bulutlarını sürükleyen serin bir esinti devam etti. Kümeleşen bulut, Ay’ı gölgeledi. Ay’ın parlaklığı silindi. Yeryüzü karardı.

Akşam eve dönmeyen ineği kurt yemesin diye Akif Hoca’ya, kurt duası okutuldu, dua esnasında kemik saplı bıçağın ağzı üç defa açılıp kapatıldı ve kurt ağzı bağlandı.

Kış süresince, kuru tahıl ve una dayalı yiyeceklerle beslenen insanlar, kırlarda, tarlalarda yeşilliğin görünmesi ile birlikte, bildikleri madımak, cırtlık, yemlik, tülü, hardal, kızılcık ve ebegümeci gibi doğada kendiliğinden yetişen, çiğ veya pişirilerek yenebilecek bitkileri toplamak için kadınlar bozkıra dağıldılar. Köyün delikanlıları at arabalarını koşarak, bir kış boyu ahırda kapalı kalan atların hamlarını aldılar.

Uzun süre evlerde kapalı kalan genç erkekler, çamuru yeni kurumuş arazinin üstünde çelik oynamaya, çocuklar bezden yaptıkları toplarla sokak aralarında top oynamaya başladılar…

Yeni çalışmamdan çıkarttığım bir sayfa,

Hüseyin Seyfi,

16.05.2016