Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam120
Toplam Ziyaret775573
Hippiler ve Yippiler

Yol kenarında çiçek satan genç bir Hippi kız l Oklahoma l ABD l 1973

“Hippi” kelimesi, İngilizce’de “güncel olan”, “modaya uygun” anlamına gelen “hip” kelimesinden türetilmiş. 1950'lerde San Francisco, Los Angeles ve New York gibi metropollerdeki bohem sanatçıları temsil eden, onlara ilham veren “Allen Ginsberg”, “Jack Kerouac” gibi, sıradan anlatı değerlerini, alışılmış yaşam tarzlarını reddeden, geleneklere karşı duran, özgürlükçü düşünce ve ifade tarzını benimseyen entelektüel kimseler, Hippi diye adlandırılmış. 

Hippi terimi daha sonra, büyük ölçüde, o dönem, “San Francisco Chronicle” adlı bir gazetede köşe yazarlığı yapan “Herb Caen”in, köşe yazılarında Hippilere ve yaşam tarzlarına sık yer vermesi sayesinde, 1967 yılından itibaren, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve İngiltere de dahil olmak üzere, diğer tüm ülkelere yayılmış.

Hippi hareketi kısmen, ABD'nin Vietnam Savaşı'na katılmasına ve savaş boyunca işkence, tecavüz ve toplu infaz gibi sayısı belirsiz savaş suçu işlemiş olmasına muhalefet olarak ortaya çıkmış olsa da, “Hippiler”, "Yippiler" olarak bilinen aktivist yandaşlarının aksine, siyasetle pek meşgul olmamışlar, bir küstahlık olarak gördükleri hayatı istedikleri şekilde yaşamayı tercih etmişler.

“Yippiler” (Yippies) olarak adlandırılan “Uluslararası Gençlik Partisi” (YIP), Amerikan gençliği odaklı, savaş karşıtı, radikal ve devrimci bir hareket olarak, 31 Aralık 1967'de kurulmuş. Anti otoriter bir gençlik hareketi olan Yippiler, 1968'de bir domuzu ("Ölümsüz Pigasus") Amerika Birleşik Devletleri Başkanı adayı olarak göstererek, sosyal statükoyla alay etmişler.

‘Yippie'lerin bir akıma üyeliği ya da hiyerarşisi olmamış. Hareket, 31 Aralık 1967'de, New York'taki bir apartman dairesinde yapılan bir toplantıda Abbie HoffmanJerry Rubin, Nancy Kurshan ve Paul Krassner adlı aktivistler tarafından kurulmuş. Kendi anlatımına göre Yippi ismini, Hippi isminden esinlenerek olsa gerek, Paul Krassner icat etmiş. Neden Yippi? diye soranlara; Basın 'Hippi'yi yaratır da, biz 'Yippi’yi yaratamaz mıyız?" demiş.

Bilgi: Hippiler ve Yippiler, Encyclopedia Britannica’dan edinilmiş bilgiler ışığında yazılmış bir tanımlamadır!


kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Ömer Emmi

Ömer Emmi hoş, sevimli bir komşumuzdu. Otuzlu yaşlardaydı. Siyah kadife şalvarlı, orta boylu, etine dolgun, koyu esmer olmamasına rağmen, siyahı tipli bir yapısı vardı. Evlerimizin yakın olması nedeniyle hemen hemen her gün bize gelirdi. Özellikle sabahları tandır yanarken birlikte tandır başında otururduk. Ömer Emmi hoş sohbet birisiydi ya da biz çocuklara öyle gelirdi. Çocuklarla oynamayı çok seven bir karaktere sahipti. O zamanlar küçük kardeşim Hacıba iki üç yaşlarında çok sevimli, tatlı dilli bir çocuktu. Ömer Emmi bize geldiğinde özellikle onunla oynamayı çok sever, Hacıba’nın kendine sopa (kösseği) ile vurmalarına, canı acısa bile, katlanırdı. Bazen çocuğa karşı yalandan ağlama numarası yapardı. Onu böyle ağlarken gören Hacıba da ağlamaya başlardı. Bu oyunu, çocuğu fazla üzmemek için çok uzatmaz elleriyle kapattığı yüzünü birden açar gülerdi. Bu arada tekrar sopayı yer, oyun böyle sürer giderdi. Hep oyun süresince Ömer Emmi her türlü nazımıza oynardı. Biz ona, o bize büyük bir sevgi ve saygıyla bağlanmıştık.

Ömer Emmi’nin gözleri görmezdi. Nasıl olmuşsa askerlik görevini yaparken bir hastalık musallat olmuş gözlerini alıp götürmüştü. Bu yüzden askeriyeden aylık bağlanmış ve devlet güzel bir de ev yaptırmıştı. O zamanlar köyümüzün tek kiremitli, çatılı evi olmuştu. Bugün hâlâ bu ev ayakta durmaktadır.

"Gözlerimde çok az ışık var!" derdi. Bunu biz de sezerdik. En çok sevdiği iş çeşmeye gidip su taşımak olurdu. Onun bin bir zahmetle taşıdığı suyu karısı Ferice Bacı çabucak harcar tekrar suya gönderirdi.

Eskiden komşuluk ilişkilerinde bir tat, bir lezzet vardı. Bu ilişkiler çok candan olur, çıkar gözetilmezdi. Bu sıcak ilişkilerden olacak sevgili kardeşim Ali (Hacıba) Ömer Emmi’yi bir türlü unutamadı. Bana hep, izinli geldiklerinde, "Ağabey Ömer Emmi’yi bir yazsana" dedi durdu.

Gerçekten de Ömer Emmi benim kafamda da uzun yıllar yer etti. Üstüne roman yazmaya kalktım. Bende sayfalar dolusu bu konuda yazı var. İnternete yazılacak öykü kısa olmalı, okuyucuyu sıkmamalı ve gerçek olmalı. Ayrıca ballı, şekerli olmalı ki insanlar özellikle "bizim kuşak" haz alsı , zevk alsın. Tabi bu arada küçükler de bir şeyler kazansın.

Köyüm benim için bir hazine, yazı kaynağım. Keşke önceleri araştırmalar yapsaydım. Kurtuluş Savaşı, Çanakkale Savaşı üstüne yaşayanlarla savaşlar üstüne görüşebilseydik. Onları kayıt edip belgelendirebilseydik. Bu açıdan ben kendimi hiç affetmiyorum… Neyse hikayemize dönelim:

Bir gün, sanıyorum iki bin yılının yaz sonunda yaya olarak köye gitmek üzere Avanos’tan yola çıktım. Bunun için iki amacım vardı: birincisi Ömer Emmi’nin yolunu keşfetmek, nerede, nasıl öldüğünü araştırmak ve olayı yaşamak. İkinci amacım, dokuz yaşında yaya olarak yaptığım Avanos yolculuğundaki çocukluğumu aramaktı.

İzlediğim yol eski bir yaya yoluydu. Aynı zamanda bu yoldan kağnılar ve at arabaları geçmişti. Çoktandır yol kullanılmıyordu. Yer yer kesiliyor önüme sonradan oluşmuş dereler çıkıyordu. Yürümekten aşırı şekilde bir haz alıyor ve düşünüyordum.

Köybağı’nı geçip Ziyaret Dağı’nı tırmanırken karşıma eski kör kuyuları andıran bir çukur çıktı, irkildim, az kalsın içine düşecektim. Çukura sap, saman, gazel yaprakları dolmuştu. Dikkatlice bakınca bu eski ve ıssız yerin çevresinin küçük taşlarla çevrildiğini gördüm. Çukurun gün doğumu yönünde büyükçe bir taş yığını duruyordu. Büyük bir ihtimalle Ömer Emmi’nin öldüğü yeri bulmuştum. Çevrili taşlar yosun bağlamıştı. Bu nokta hakkında önceden ön bilgiye sahiptim. O zaman anlatılan yer böyle bir yerdi. Çukurun etrafındaki taşları keşfe gelen jandarma çevirmişti. Olayı tekrar yaşadım. Garip bir duyguydu. Bu nokta ile karşılaşacağımı hiç tahmin etmemiştim. Aradan uzun yıllar geçmişti. İçim bir hoş oldu. İyice o yerin burası olduğuna kanaat getirmiştim.

12 Şubat 1963 günü Ömer Emmi, sabah erkenden Avanos’a gitmek için hazırlanır. Hava güzeldir. Karısı Ferice Bacı havanın güzel olmasına rağmen kış ortasında bu yolculuğa karşı çıkar. Ama Ömer Emmi karısına aldırmaz. Kafasına koymuştur. Avanos’ta yaşayan kardeşi Ayşe’ye bu kış gününde "kayıt kamet" görmüştür. Bunları bacısına ulaştıracaktır. Avanos yolculuğu üzerine karısı ile epeyce tartışırlar. Öyle ki, Ömer Emmi eşekle yola çıkmış karısı da tartışa tartışa arkasına düşmüş köyün dışına kadar arkasından yürümesine rağmen köyde kalması için Ömer Emmi’yi ikna edememiştir. Sonunda pes etmiş Sarılar yolundan geri köye dönmüştür.

Ömer Emmi böylece Avanos’a varır. Varır varmasına da bacısı ile bir mesele yüzünden kavga eder. Gerisin-geri izinin üstüne Avanos’tan köye yola düşer. Kızı Emir’e göre aynı gün, bana göre de, bir gün sonra yola düşer. Çünkü aynı gün köye tekrar ulaşamayacağını bilir. Üstelik kardeşi Ayşe ile varır varmaz tartışmasının bir anlamı yoktur.

Ziyaret Dağı’na girince lapa lapa bir kar başlar. Ardından bir rüzgar, bir fırtına. Kar tipiye çevirir. Ömer Emmi sendeler bir çukurun içine düşer. Aslında yürüdüğü patika şeklinde, iki tarafı da uçurum, bıçak sırtı gibi bir kağnı yolu veya eşek yoludur. Yanındaki eşek, sahibi düşünce dolanır kalır etrafında. Sonunda eşek de yorulur. İkisi de oracıkta derin bir uykuya dalarlar ve bir daha da uyanamazlar.

Aradan dokuz gün geçer. Ancak o süre sonunda hava açar. Avanos’tan Özkonak’a doğru at üstünde mektup dağıtmaya çıkan bir postacı cesedi görür. Gün vurmuş, kar taneleri kısmen erimiş Ömer Emmi’nin ölmüş vücudu açığa çıkmıştır.

Köye haber ulaşır.

O günü ben de iyi hatırlarım. Sekiz - on yaşlarında çocuktum. dışarıda çok şiddetli bir ayaz vardı. O soğuklara bugün Sibirya soğukları deniyor. Tükürsen yere buz olarak düşerdi. Biz o akşam komşumuz Zekiye Bacı’nın evine toplanmış sobanın başında oyun oynuyorduk.

Mustafa Emmi kara haberi getirdi. Çocuk yaşımıza rağmen şok olmuştuk. Kar diz boyunu aşıyordu. Omar Emmi’yi getirip yudular, arıttılar. Sonra bir daha görüşmemek üzere birbirimize veda ettik.

Kara duman tepe pecelerden kıvrıla kıvrıla süzülüyor, acı tezek kokusu tüm köyü sarıyordu. Kadınlar Ferice Bacı’nın etrafında toplanmışlar ağlıyorlar, için için, iç çekiyorlardı.


Ferice Bacı kababoydan alıyordu:

         Yüce tüter odamızın tütünü
         Umudum yok büyütemem öksüzü
         Ben de Omar’ımı gelir sanıyom
         Kadife paltolu, kara şalvarlı

         Omar’ımı yedi, açıldı dağlar
         Eridi karları suları çağlar
         Tez gel Omar kurbanın olam
         Elleri koynunda bir yarin ağlar

         Bana imiş zemherinin ayazı
         Nasip olmadı bayram namazı
         Tez gel Omar kurbanın olam
         Çiçek açar bağlarının firezi

         Ben bakarım Avanos’un yoluna
         Zor ölüm öldü gider zoruma
         Deli oldum çok görmez eller
         Hasretim arşın elli, kulaç koluna

         Evimizin kapısı mavi boyalı
         Avanos dediğin engin havalı
         Şaşırıp da Ziyaret’te gezerken
         Bir kul yetişmedi ağzı dualı

         Kardeşin evine görüyor kayıt
         Ziyaret’te kalmış vallahi ayıp
         Hele görseydin kele bacısı
         Karlara boyalı o kara bıyık

         Avanos’tan çıktım saat beş idi
         Karlar yağdı ayaklarım üşüdü
         Ne yaptım Kadir Mevla ben sana
         Götürüp de bir dereye düşürdü

         Şaşırdım yolumu gözlerim sakat
         Dereyi çıkmaya kalmadı takat
         Akşam oldu kar üstümü bürüdü
         Özkonak dediğin bilmem kaç saat

         Yeni dökmüş gazelini bağları
         Ne çabuk kar yağdı ağardı dağlar
         Kadir Mevla’m sana ne yaptım
         Elleri koynunda tek kızım ağlar

         Kara paltosunu duvara astım
         Öksüz kuzusunu bağrıma bastım
         Gelir diye güvenmiştim yarime
         Bugün bayram günü umudu kestim


Yukarıdaki dizelerin elde edilmesinde bana yardımcı olan Şükran Şeref’e içten teşekkürlerimi sunarım. HÜSEYİN SEYFİ 

  
433 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Urgan
Yokluktan, yoksulluktan
canına kıyan babalara!..



Özer AKDEMİR

Başına ne geldiyse bu altında uzanıp hülyalara daldığı eğri kavak ağacı yüzünden geldi. Yaşıtıydı, sırdaşıydı, arkadaşıydı. Ona kıyamadı! Ölümü onun dibinde karşıladı. Attı urganı budağına, aldı canını gözünü kırpmadan!..

Bahar yelinin uçsuz bucaksız bozkırda boyvermiş çiğdemleri okşayarak son karları da erittiği gün, sanki gök boşalmış gibi yağmur yağıyordu. Yalnız Atlar Ülkesini aşıp, tepenin yamacından kıvrılarak köyün tam ortasından geçen dere coştukça coşmuştu.

“Kırk yıl önce böyle bir sel geldiydi” dedi, dişsiz ağzında cümleleri yuvarlayan Kelik Derviş. Önlerinde boz bulanık akan seli tepenin yamacındaki çeşmenin başından seyreden bir grup köylünün arasındaydı. Selin gürleyişi, sanki yeryüzünü dövmek, hıncını almak ister gibi hışımla yağan yağmurun sesini bile duyulmaz etmişti ki Kelik Dervişin sözlerini de sanırım benim dışımda duyan olmadı.

Başlarına geçirdikleri ceketler, naylon poşetler, şemsiyelerle yağmurdan korunmaya çalışan köylülerin içindeydim ben de. Sele baktıkça başım dönüyor, başım döndükçe bakmak istiyordum. Sarıdan, mora, kırmızıdan toprak rengine bürünen suların kocaman bir ağaç gövdesini, ölü bir tilki leşini, her türlü ağaçtan binlerce yaprak ve dalı önünde sürükleyişini izlemeye doyamıyordum.

Az ötemizde yüzünü iki elinin arasına alıp görüntüye dalmış gitmiş ozanı neden sonra fark ettim. Sudan çıkmış sıçan gibi ıslanmıştı ama o bunun farkında bile değildi. Anladım ki yine başka bir alemdeydi. Asıl adını kendisi bile unutmuştu. Yıllardır ‘Ozan’dı o bizim köylü için. Yanına gidip çömeldim, şemsiyemi başının üzerinde tutarak yağmuru kestim; “Hayırdır Ozan, daldın gittin sellere” dedim. Uykuda uyanır gibi yüzüme baktı. Saçlarından yağmur suları süzülüyor, bıyıklarının, kirpiklerinin ucundan damla damla akıyordu.

Gülümsedi, bakışlarını yere indirdi. Yağmurun, selin sesine karışan bir mısra döküldü dudaklarından;

“Taşkın sular gibi akıp çağlarım
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”

Daha dün, çok uzakta, Kırşehir’den de ötede şimşeklerin parıltısının yanıp söndüğü bir gece vakti, yağmurdan önce gelen serinliğiyle ürperdiğimiz eski bağlardaki bir pağın kerpiç duvarına yaslanıp demlenirken de Karacaoğlan’ın bu türküsünü söylemişti, Elimi omzuna koyup, gözlerine baktım. Bir kez daha gördüğüm bakışlar yüreğimi dağladı. Öylesine acı dolu, öylesine dünyadan geçmiş, herşeye boşvermiş bir bakıştı ki!

Gözlerimi kaçırıp kalktım yanından. O da kalktı. Ben, yağmurun oluşturduğu, sele kavuşmak için olanca aceleciliğiyle akan ince dereciklere basmamaya çalışarak toprak yoldan sağa kıvrılırken, o sularına batıp çıktığı yağmura aldırmadan elmalık tarafına yürüdü, gitti. Bu onu son görüşüm oldu.

Selden iki gün sonra o incecik bedenini mezarına koyarken hep bu türkü döndü dolandı içimde. Ondan duyduğum son türküde kendi ölümünü anlattığını nereden bilirdim ki!

Herkes bir şey söyledi, her kafadan ayrı bir öykü çıktı, söylentiler aldı başını gitti günlerce köyde. Kimse, ozanın neden sahip olduğu tek toprak parçasında, eğri bir kavak dalına urgan atıp canına kıydığının gerçek nedenini anlamadı.

Bağı bahçesi, bostanı hep ortakçılıktı, doğuştan garibandı. Çalışır didinir, ürünün yarısını mal sahibine, emmisi, dayısı, bibisi olan akrabalarına verirdi. Hiç şikayetlendiğini duymadım ben bundan. “Aç açıkta değiliz. Tarla bizim olsa ne olur olmasa ne?” der güler geçerdi. O  zamanlar gençti daha, dünya toz pembeydi gözünde, gönlünde. Kısacık sürdü bu “yoksuluz ama keyfimiz paşada yok” günleri...

Eşini ikinci oğlunu doğururken kaybettikten sonra hiç kendinde gezmedi. Bir gün bile onu gözlerinde mutluluk ışığı ile yakalamadım o günden bu yana. Kendinden, köyden, köylüden, her şeyden uzak bir zamana takılıp kaldı yıllar yılı. Konuşması, yemek yemesi, yürümesi hep bir esriklik içindeydi. Sadece düğün dernek gezip türkü söylediği ya da şarap testisinin başına çömelip bardaklarca içtiği günlerde yüzü birazcık da olsun rahatlardı. Son gününe kadar da bu böyle oldu.

Ölümünün üzerinden on beş gün geçtikten sonra büyük oğlunu ortakçılık yaptıkları tarlada çalışırken gördüm. Acının da bir miadı vardı. Giden gitmiş yaşamak ağrısı hala kalanların omuzlarındaydı.

Daha 15-16 yaşlarında, bıyıkları terlememiş fidan gibi bir gençti. Yanına gittim, biraz laflamak daha çok da ona yardımcı olmak istedim. Domates fidesi dikiyordu toprağa. Küçük küçük çukurlar açıp çamurlu toprağın bağrını araladım, fideleri dikmesi için.

Çalışırken bir yandan da köyün öbür ucundaki mezarlıkta toprağın bağrında uyuyan babasını anlatıyordu. Ozanla aramızdaki muhabbeti iyi bilecek kadar yaş almıştı o da; “Babamın bu dünyada tek huzur bulduğu yer o kavaklıktı emmi” dedi. Akrabalık yoktu Ozanla aramızda ama çocukları emmi bellemişti beni.  Sesi çocukluğunun artık ebediyen bittiğini bilenlerin olgunluğundaydı.

İkimizde oturduk toprağın üzerine. O anlatmaya devam etti; “Annemle gençliklerinde eğri dalın altında buluşurlarmış hep. O yüzden yıllarca tüm kavak tüccarlarına hayır dedi, satmadı kimseye. Kardeşimin, spor ayakkabısı olmadığı için beden eğitimine giremediğini öğrendiğinde çok üzüldü. Bir hafta içinde sadece eğri dalı ayırarak bütün kavakları sattı. Tüccar da vazgeçmesinden korkmuş olacak ki hemencik eğri kavak dışındaki tüm ağaçları kesti.  Babam, o gün bıçkı seslerini duymamak için köyden çıktı, ilçeye gitti. Akşam karanlık çökerken geldiğinde elinde iki çift spor ayakkabısı, giysiler, tadını çoktan unuttuğumuz yiyecekler vardı. Çok güzeldi yemek o akşam. Annem öldüğünden bu yana evde eline almadığı bağlamanın başına geçip türküler yaktı. Annemin en sevdiği “Tatlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü defalarca, gözlerinden yaşlar boşanarak söyledi. Şaşırmış, ama babam sanki yaşama yeniden dönmüş gibi de sevinmiştim. Bu onun son gecesiymiş!”

Hiç bir şey söylemedim. Hayatının baharındaki delikanlının babasına veda sözlerini dinledim;

“şimdi anlıyorum ki, kavak ağaçlarının kesildiği gün babam da dünyayla bağını kesti. Annemle ilk buluştukları eğri kavağı işte bu yüzden satmadı, boynuna ipi orada geçireceğini biliyordu”

Göğsümü tıkayan kederi bastırıp yanından ayrılırken ozandan son dinlediğim türküyü mırıldanıyordum;

“Alları çıkarıp karalar geyip
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”

Özer AKDEMİR
EVRENSEL