Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam101
Toplam Ziyaret711440
Kitap Tanıtım Köşesi



Ma.Zi-1945
Çağdaş Çelebi


II. Dünya Savaşı sürerken 1943 senesinde Nazilerin, biri Ksiaz Kalesi’nin altında ve diğerleri Baykuş Dağları’nda olmak üzere Aşağı Silezya’da inşa
etmeye başladıkları kilometrelerce karelik büyüklüğündeki yedi devasa yeraltı kompleksi ve tünelleri, günümüzde hâlâ gizemini korumaktadır. Toplama kamplarından getirilen esirlere yaptırılan projeye, büyüklüğünün yanı sıra, gizliliğinden dolayı kod adıyla bahsedilmesi gerektiğinden, Almancada “dev” anlamına gelen Der Riese ismi verilmiştir. Ne amaçlı yapıldıkları tam olarak bilinmese de tesisin, silah üretimi için tasarlandığı veya karargâh olarak
planlandığı tahmin edilmektedir.

Özellikle ilk ihtimalin üzerinde duran uzmanlar, yeraltı tünellerinde nükleer silahların, V1 ve V2 roketlerinin, yerçekimi karşıtı çeşitli deneylerin yapıldığını ve hatta “çana” benzediği için Die Glocke adı verilen bir makinenin test edildiği tezleri üzerinde durmaktadırlar. Ma.Zi-1945 romanı, dönem
Almanya’sında yaşananları, bu esrarengiz projeye katılan bir makine mühendisi olan Matthias ve onun yakın dostu Thomas aracılığıyla tanıştığı iki Yahudi kız
kardeşin başlarına gelenler çerçevesinde ele almaktadır.

Ma.Zi-1945 l Çağdaş Çelebi l ISBN: 9786253911133

Bilgi: Kitabın yazarı Çağdaş Çelebi, Şair Dr. Salim Çelebi'nin kızıdır.

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisynım Sayfası

KÖŞEKTAŞ’TAN PORTRELER

Dr. Salim Çelebi

2 - Ali Yılmaz ve Bam Teli

 Ali Yılmaz
Bizim Nasrettin Hocamız

Fotograf - Nazmi Ceyhan 


Komşumuzdu Ali Emmi.

Nereden türediğini bilmiyorum, “Samcak” derlerdi lakabına.

Evimizin önünden geçen yolun (köyümüzün ortasından geçen yol) hemen altında “basma”mız, onun da altında Ali Emmilerin evi vardı.

Bu evin 20 metre kadar altında da yani Öz’e giden yolun sol tarafında bir de odası vardı Ali Emmi’nin. Gündüzleri ve akşamları eş, dost ve arkadaşlarıyla oturma odası olarak kullanılır; geceleri de orada uyurlardı son eşi Saniye Bacıyla.    

Az da olsa Saniye Bacıdan önceki eşini de tanırım.

Ali Emmi, herkesin sohbet etmekten haz duyduğu ender ve ilginç insanlardan biriydi.

Ali Emmiyi, komşumuz olmasından öte, evimiz yıkılıp yeniden yapılırken (1957,1958 yılları) üstteki evlerini 1yıl kadar bize vermeleri ve alttaki odada oturmaları nedeniyle çocukluğumdan itibaren tanırım.

Orta boylu, yapılı, yuvarlak yüzlü ve yüzüne çok yakışan bir sakalı vardı.

İkinci oğlu Ata, (Adını Atatürk’ten almıştır) çocukken geçirmiş olduğu “çocuk felci” hastalığı nedeniyle yürüme engelliydi.

4 -5 yaşlarındaydım. Evimizin önünde bir kalabalık vardı ve Mehmet amcam (Çelebi) fındık koymuştu cebime, bakkaldı zaten. O anda, orada bulunan insanların bana karşı ilgileri her zamankinden daha fazlaydı. “Bir acayiplik var, ama ne?” diye düşünürken, sezinlemiştim olacakları: Sünnet olacaktım! Başladım Öz’e doğru koşmaya. “Dur, kaçma!” diye düştüler mi peşime!  

Habire koşuyordum ama çok şanssızdım: Sol tarafımda Mahmut amcamın bahçe duvarı, sağ tarafımda öğretmenim Yahya Doğan’ın bahçe duvarı vardı ve tam karşıdan da Ata geliyordu. Arkadan, “Tut, yakala!” çığlıkları atılıyordu. İki elini yana açtı Ata. Sağa yeltendim, kaçamadım; sola yeltendim, kaçamadım ve kıskıvrak yakaladı beni.

Gerisi malum...

Yıllar sonra Kayseri’de okuyacaktık ve gerek İbrahim’in ve gerekse benim velimiz olacaktı Ata Ağabey.

Dama oynardık Ali Emmi ile. Pillerin içinden çıkan kömürle, orta çeşmenin başındaki veya evin önündeki düz bir taşın üstüne; çiziverirdik 16 kareden oluşan bir alanı. Dama taşı olarak, birimiz küçük doğal taşları; diğerimiz ise kiremit kırıklarını kullanırdık.

Kiremit kırıklarını daima Ali Emmi alırdı. “Benimle dama oynamak neymiş size göstereceğim! Bu kırmıtları burnunuza sokacağım!” derdi.

Genellikle biz yenerdik, ama bazen de yenilir ve kaçardık.

Nargile içerdi Ali Emmi. Bildiğim kadarıyla köyümüzün tek nargile içeniydi. Daha önceden temizlenmiş olan nargilenin cam haznesine suyu doldurur, marpuçlarını takar, tömbekiyi özenle sarar ve küllenmiş kömür ateşini koyardı üzerine.

Ali Emminin, odanın dışında, üşenmeden ve keyifle yapmış olduğu bu hazırlık; görenlere davetiyeydi aslında. “Nargile içeceğim, gelin, sohbet edelim.” demekti. Görenler de zaten anlarlardı bunu.

Babam, İbrahim Şen, Kâzım Yalım, Ali Uçar... doluşurlardı Ali Emminin odasına.

Çok iyi bilirlerdi, hassas olup ta kızdığı ve küfrettiği noktaları.

Sohbetin konusu ne olursa olsun, evirir çevirir ve Ali Emminin hassas olduğu konuya getirirlerdi. Komşumuz olması nedeniyle, zaman zaman böyle sohbetlere katılma fırsatı bulduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum.

Bizim eski nüfus kâğıtlarımız çok yapraklıydı ve “İli” hanesinde Kırşehir yazardı.   

1950’li yıllarda Mecliste üç parti vardı: Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi ve Millet Partisi. Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı Kırşehirli olduğu için, Kırşehir ilinde tüm oylar ona verilirdi. Bizim köyümüzdeki oyların da %90’ını alırdı Bölükbaşı. Bu durum, Demokrat Partinin hoşuna gitmediği için; Kırşehir ilini ilçe yaptı ve bu nedenle de ilçemiz Hacıbektaş Nevşehir’e bağlandı.

Daha sonraları parti genel başkanlığından ayrılan  Bölükbaşı, partisini başka ellere teslim edince; ne yapsın Ali Emmi kızmasın da?

“Ah, ah! Akıl mı var bende. Keşke ellerim kırılsaydı da ona oy vermeseydim!” diye bağırırdı avaz avaz.

Köyümüz dışında ilk okuyanlardan biri de Ali Emminin oğlu Hilmi Ağabeydi.

Nevşehir’de okutmaya çalışmış 1940’lı yıllarda oğlunu.

Savaş yılları...

Tüketimin karneye bağlandığı yıllar...

Hitler Faşizminin sınırlarımıza kadar dayandığı seneler...

Parasının azalmaya başladığı bir gün, mektup yazarak Ali Emmiden para istemiş

Hilmi Ağabey :        

Mektup, “Babacığım, evvela selam eder anamın ve senin ellerinden öperim.” diye başlıyormuş ve  “... acil olarak 10 liraya ihtiyacım var babacığım, mutlaka gönder; göndermezsen hayatım tehlikede!” diye bitiyormuş.

Mektubu birkaç kez okuduktan sonra, almış eline kâğıt ve kalemi ve oğluna şu mektubu yazmış Ali Emmi: “Evvela gözlerinden öperim oğlum. Mektubunda; acele 10 lira göndermemi, eğer göndermezsem hayatının tehlikeye gireceğini yazmışsın.

Yavrum, bu parayı gönderirsem bu sefer de benim hayatım tehlikeye girecek. İyisi mi senin hayatın tehlikede olsun!”

Yıllar önce yaşadığı bu gibi olayları, kendi biçemiyle, sanki o gün yaşıyormuş gibi ballandıra ballandıra anlatırdı Ali Emmi.

En son, ölümünden 10 ay kadar önce gördüm; bir zamanlar nargile içtiği ve tadına doyumsuz sohbetlerin yapıldığı odasının önünde.

Felçliydi ve yürüyemiyordu: Sadece ağlaştık.






1 Yorum - Yorum Yaz
Köy Enstitüleri


Köylünün yaşantısının, görünmez güçlere, efsanelere, mucizelere, mezheplere, tarikatlara, cemaatlara, kadere, uğura, muskaya ve hurafelere dayalı, akıl ve bilimsellikten uzak, körinançlar bütünü halindeki safsatalardan
arındırılmasını Köy Enstitüleri kuruluşları sağlayacaktı.



Köy Enstitüleri hareketi; Atatürk’ün ortaya koyduğu akıl ve bilimin öncülüğündeki, bilimsel dünya görüşü doğrultusunda, bilimsel ve sanatsal değerlere dayalı, Hasan Ali Yücel’in bakanlığı döneminde, İsmail Hakkı Tonguç’un yaratısı, özel bir pedagojik öğretim metodu içeren, Türk köylüsü ve toplumuna özgü, Rönesans ve aydınlanma hareketiydi.

Türk köylüsü, asırlarca ihmal edilmiş ve ona en ufak hizmet bile sunulmamıştır. Aslında Türk köylüsü zeki ve yaratıcı bir özelliğe sahiptir. Ancak, ne yazık ki, Türk köylüsünün bu özelliği, Osmanlı döneminde, değerlendirilememiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Türk köylüsünün alın teri ve emeği ile elde edilen ekonomik güç sayesinde, 620 yıl varlığını sürdürebilmiştir. Türk köylüsü aç kalmış, yoksul kalmış, ancak varlığını Osmanlı İmparatoprluğuna adamaktan geri kalmamıştır.

Osmanlılar, Türk köylüsüne hizmet götürecekleri yerde, Arap – İslam ideolojisinin, kültür ve uygarlığının etki alanını daha da genişletmeye çalışmıştır.
Köylülerimiz, hiyerarşik yaratılış ilahi düzenine ve kadere bağımlı olarak yaşamaya alıştırılmıştır. Bu yüzden köylülerimiz, altı yüz yılı aşkın bir zamandan beri, hiçbir şeyin, hiçbir güzelliğin farkına varamadan, kader ve öbür dünya mutluluğuna bağlı olarak yaşamışlardır. Hatta umut nedir, onu bile yaşayamayanlar, bu dünyanın boşluğunda bir hayal gibi yok olup gitmişlerdir. Köylülerimiz, asırlardır; sabır, şükür ve umutla yaşamaya alıştırılmış olup, aldatmaca bir mutluluk uygulamasıyla avutulagelmişlerdir.

Asırlardır köylülerimiz, vergi almaya, düşmana karşı savaş alanında kaynak olarak kullanılmaya yönelik canlı bir araçtı. Mutlu olmak şöyle dursun, insanca yaşamaktan uzak, köle gibi kullanılmak ve öyle yaşamak, köylülerimizin ve halkımızın değişmeyan kaderiydi. Dinsel yorumcu ve kadercilere göre, sanki Allah, onlara, ölünceye dek, hep köle gibi bir yaşam biçimi çizmişti.  Zavallı köylülerimize ve halkımıza bu anlayış ve yanlışlar Allah buyruğu olarak gösteriliyordu. Bu buyruk köylülerimize özel olarak Allah tarafından gönderilmiş bir “ilm-i ilahi” olarak kabul ettirilmiş ve köylüler, ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamının mutluluğu ile aldatılagelmişlerdir.
Köy Enstitülerinin öncelikli amacı, köy insanını hiçbir kuvvet, yalnız kendi hesabına insafsızca istismar etmesin, köylülere köle ve uşak muamelesi yapamasın diye, köylüye kendi öz haklarına sahip çıkabilecek, demokratik haklarını elde edebilecek bilincin kazandırılmasını sağlamaktı.
Tarım alanında dünya standartlarını yakalayacak yaratıcı, üretici ve girişimci etkinlikleri yapacak köy insanının yaratılması sağlanacaktı. Bu nedenle, kendi öz haklarına sahip çıkmasına yönelik feodal sömürüye, yani toprak ağalığına karşı bilinçlendirilmesi zorunlu hale gelmişti. Bu bilinç ancak Köy Enstitüleri hareketiyle sağlanabilirdi. Bu nedenle eğitimin, Atatürkçü, akıl ve bilim doğrultusundaki bilimsel dünya görüşünün güdümüne alınması sağlanacaktı.
Köylünün yaşantısının, görünmez güçlere, efsanelere, mucizelere, mezheplere, tarikatlara, cemaatlara, kadere, uğura, muskaya ve hurafelere dayalı akıl ve bilimsellikten uzak körinançlar bütünü halindeki safsatalardan arındırılmasını Köy Enstitüleri kuruluşları sağlayacaktı.

Köy Enstitüleri yüksek bölümüyle, yirmi bin öğretmeniyle, yetiştirdiği yazar, şair ve sanatçıları ile Türkiye’nin geleceği çok parlak gözüküyordu. Bu etkinlikle, tüm Türkiye’nin eğitimi – öğretimi Köy Enstitüleri eğitim metoduna dönüştürülecekti.
Köy Enstitüleri’nin amaçlarından en önemlilerinden biri de, Türk köylüsünü ve halkını; Arap halkının inanç ve geleneklerine bağlı, Ortaçağ Arap İslam Uygarlığı’nın oluşturduğu, Kuran düzenlemesi ile, Eş’ari’nin akıl ve bilim düşmanlığı denilen körinanca yönelik, sözde, Allah tarafından (ilm-i ilahi) gönderildiği söylenen Arap ulusçuluğunun yaratmış olduğu kültür ve uygarlığına bağlı olarak yaşamaktan kurtarmaktı. Böylece, Köy Enstitüleri eğitim kuruluşları ile, kendi öz ulusal kültürümüzü oluşturarak, akıl ve bilimin öncülüğünde, kendi uygarlığımızı yaratmaya yönelik amacın yaşama geçirilmesi sağlanacaktı.

Batı tarihinde Fransa’da uygulandığı gibi, ne acıdır ki, Türk köylüsü ve halkına da uygulanmış olarak değerlendirilen Obskürantizm ve Obstrüksiyon olayı, yani köylünün ve halkın toplumsal gelişmesini engelleme yolu ile devleti daha rahat yönetme düşüncesi, Osmanlı döneminde de yaşanmıştır.
Köy Enstitüleri hareketi ile, köylünün ve halkın üzerinde yaşatılan Obskürantizm ve Obstrüksiyon uygulamasına son veriliyordu.

1950 DP (Demokratik Parti) döneminde de, aynı anlayış uygulanmaya konmuştur. Çünkü Köy Enstitüleri‘ni kapatmak, Obskürantizm ve Obstrüksiyon olayının ta kendisidir. Bu uygulama ile köylünün bilinçlenmesi önlenmek isteniyordu.

Köy Enstitüleri’nin etkinliği ile uyanan köylüler, kendi öz haklarına sahip çıkmaya, toprak ağaları ve köylüyü sömürmeye alışmış egemen sınıf ve devlet yöneticilerinin rahatı ve mutluluğu bozulmaya başlayınca, mutlu ve egemen kesim, Köy Enstitüleri’ne karşı cephe oluşturmuşlardır.

Köy Enstitüleri’ni kapatmak için çeşitli iftira ve entrikalar oluşturulmuştur. DP’li bir milletvekilinin Konya ilinin Durlas köyü halkına yaptığı konuşma şu şekildedir:

“Köy Enstitüleri’nde kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitim görüyorlar. Bu nedenle, kız erkek birlikteliğinden dolayı, fuhuş olayı yaşanmaya başlanmıştır. Biz, DP iktidarı olarak, Köy Enstitüleri’nde okuyan kızlarınızı erkeklerden ayırdık. Onları Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde topladık. Böylece kızlarınızın namusunu kurtardık.”

DP iktidarı, Köy Enstitüleri’nin kapatılışıyla birlikte; 1932 yılından itibaren Türkçe okunmaya başlayan ezanın yeniden Arapça okunmasını sağlayarak, Arap kültür ve uygarlığına yeniden dönüşün yolunu açmış, böylece Türk köylüsü ve halkının uyanışı önlenmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur.

Musa Kâzım Yalım,

1950 - 1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu.

05. Ocak 2011