Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam183
Toplam Ziyaret759509
Akif Cesur
Fotograf:
Özcan Antike'den temin edilmiştir.

Kareli Acı’da bir karpuz bulmuş,
Üzerinde doğal hatlar görmüş...
"Hayır mı, şer mi, bu ne" demiş,
Karpuzu almış, Akif Hoca’ya varmış...

Akif Hoca’ya vardığında...

"Hocam, bak, bu Acı’da bitmiş,
Ekeni, dikeni kimmiş,
Zahmet edip oku da,
Sahibi kim, bul!" demiş...

Hoca bu, işin apansız farkına varmış,
"Ver onu bana da;
Sen geç şöyle otur!" demiş...

Hoca karpuzu eline almış,
Bir sağa, bir sola çevirmiş,
Derin bir iç çektikten sonra,
"Var bunda bir kerâmet!" demiş...

Başlamış Hoca okumaya,
Hatları yorumlamaya...

Acı mevkiinde bit,
Sahibi it;
Mahmutoğlu Akif,
Sen bunu yut
!"

Kareli Hoca'ya bakakalmış,
Söylediklerini anlamamış...

Hoca'nın sabrı tükenmiş,
Karpuzu ikiye ayırmış;
Yarısını Kareli’ye vermiş,
Yarısını kendi yemiş...

Kareli: Şavga Çöl.
Akif Hoca: Akif Cesur.

Kerâmet: Mistik anlayışta, Allah'ın veli kullarına, ermişlere verdiği olağanüstü kudret ve güç.
Sahibi it: Kimsesiz, sahipsiz anlamında.

İskender Cesur'dan dinlenmiş ve yazıya yansıtılmış bir hikayedir.

kosektas.net 

 

Tandır, Tatlık ve Tumutma - Dr. Salim Çelebi


2002 Yılının Aralık Ayında Refik Şahin Tarafından Çekilmiş Bir Fotograf

KÖŞEKTAŞ'TA DÖRT MEVSİM

V- TANDIR, TATLIK VE TUMUTMA

Dr. Salim ÇELEBİ



Değişti mevsimler!

Kışın ortasında bile yaz günleri yaşanır oldu! Çığlık atıyor doğa, fakat duymamakta direniyoruz. Yağışlar o kadar azaldı ki, kurumaya başladı dereler, çaylar ve göller; sıra nehirlerde.

Tüm bu uğraşlar hep rant için! Rantiyeciler bedel de ödemiyorlar üstelik. Denetim yok, dur diyen yok. Kâr kalıyor yaptıkları yanlarına.

2030 yılında tamamen çölleşecekmiş Anadolu: Ülkemizdeki insanların %85’i sahil şeridinde yaşayacakmış!

Hazin bir durum!

Ya önlem! Önlemler rafa kaldırılmış.

Kışlar böyle değildi 50 yıl önce. Yağan kar beyaza boyardı köyümüzü. Geriden bakıldığında karla kaplı bir tepeyi andırırdı. Aralık, ocak ve şubat aylarında; toprağı görebilmek mümkün değildi kardan.

Çığ düşmüş de karla kaplanmış gibi olurdu Köşektaş’ın üzeri!

Güneş, öğle vakti şöyle bir kaş-göz eder, kaçardı: Hoşnuttu buzlar, eriyip de bütünlükleri bozulmadığı için.

Tavanı kiremitle kaplı iki tane yapı vardı köyümüzde: Biricik ilkokulumuz ve Ömer’in evi. (Kör Ömer’di lakabı: Ferice’nin eşi).

Bunların dışındaki tüm evlerin tavanları topraktı. Basit bir toprak değil tabi: En altta hezenler, üzerinde hasırlar, üzerinde saman, üzerinde toprak ve onun da üzerinde çorak ve bazen de kaya tuzu bulunurdu.

Kar kürünmez ve erimeye başlarsa bunları da dinlemez ve şıpır şıpır damlardı oturulan odalara.

Tırmıkla kürünürdü kışın dam başındaki karlar.

Köyün ana yoluna “çığır” açılırdı: İki kişinin zar zor geçebildiği patika bir yol. Bakkaldan alışveriş yapılmayacaksa kimse çıkmazdı evinden dışarı. Sözleşir, bir evde toplanırdı yakın komşular.

Toplanılacak evde tandır yakılırdı önce, hem evin yemeğinin pişmesi hem de gelenlerin ısınması için. Havasız kalır, zaman zaman tüterdi tandır: Kadınlar önlükleriyle veya biz çocuklar süpürgeyle yellendirirdik külbeden. (Tandırın tabanından başlayan ve 3-4 metre ilerde yüzeye çıkan bir tünel).

Bazen tandırın üstünde yarım ay şeklinde bir yapı bulunurdu ve buna “Mamalı Ocak” denirdi: Daha modern tandır yani.

Kavurga kavrulurdu: Nohut veya buğday kavurgası. Buğday kavurgasının içerisine katılan kavrulmuş çetene, bambaşka bir tat verirdi çereze!

Tandıra bazen “tumutma” vurulurdu. (Çömleğe doldurulan kırmızı pancarın, tandır ateşine gömülerek pişirilmesi).

Tandır başına toplanırdı konu komşu; bağdaş kurulur ve zaman zaman bacaklar tandıra uzatılır ve “tatlık”la örterdi herkes üzerini. Yaşlıların anlattığı heyketler can kulağıyla dinlenirdi.

Tombala çekilirdi kışın Eşref Amcanın dükkanında.

Millî Piyango biletlerini sadece yıl başlarında alırdı babalarımız: 8-10 kişi bir araya gelerek bir odada toplanır ve evlerimizden götürdükleri malzemelerle (Yağ, bulgur, tavuk...) yemekler yapar ve radyodan piyango çekilişini dinlerlerdi.

Köşger gelirdi köyümüze: Şuayıp amcaların evinde kalır, eski ayakkabıları onarır ve yırtık lastikleri yapıştırırdı solüsyonla. (Yapıştırıcı).


 

 


Yorumlar - Yorum Yaz
Zahit ile Rint

Dinler, modern öncesi çağların eğitim-öğretim çevresi ve okullarıdır. İnsanların gönül dünyasına düzen vererek topluma da düzen vermiş olurlar.

Zahit; “hayatı” değil de öncelikle ve özellikle “öbür dünyayı” anlamaya çalışan, hep “oraya” doğru yol hazırlıklarıyla meşgul bir “kul”dur. Her şeye, her olaya din açısından bakar ve “dine uygun” veya “dine uygun değil” diye sınıflandırmalarla “fetvalar” vermek zorunda hisseder kendini. Şekilci ve kitabidir.

Zahit, bu dünyaya değer vermez, ahreti düşünerek, cenneti hak etmek için yaşar. Aklında hep sorularla gezer, hayatın her alanını kurallara bağlardı. Bu kurallara sadece kendisi uysa neyse… Herkesi de bu kurallara uymaya zorlar veya uymayanı kınardı; kendi aklına ya da tercihine göre yaşayanı “günahkâr” ilan ederdi.

Rint ise dini inanç taşımakla birlikte hayatındaki “bütün saatleri” şekilci dini kurallara göre ayarlamaktan kaçınan, hayatı sevinçleri ve hüzünleriyle bir bütün olarak gören kişidir. Gönül zenginliğine, hoşgörüye ve aşka değer verir. Asla dayatmacı değildir.

Din insanları, genellikle herkesin kendileri kadar dini bilgiyle donanmış olmasını, öğrenmeye heves etmesini, yüklenmesini bekler. Oysa demircinin, askerin, marangozun, nalbantın, balıkçının, çobanın, çiftçinin bir işi vardır; “zahit” gibi olamazlar. Hem “dünyaya gelmişken dünya nimetlerinden yararlanmak”, yaşamak, insanın hakkı olmalıdır. Diğer yandan düşünür ki israf haramdır. Allah, bunca nimeti ve güzelliği neden yaratmış ola ki?

Şair, hayatın gelip geçici olduğunu belirterek, zahidin şaraba saygı göstermesini bekliyor. İnsan olmanın farklı bir şey olduğunu hatırlatıyor.

Bir görüşe göre Hz. Hamza çok şarap içermiş. İçince de dağıtır ve sevimsiz olurmuş. Hz. Muhammet onu bu halde görünce, şarabın ona haram olduğunu söylemiş. Bu yaklaşım kalıcılaşmış ve giderek tüm Müslümanlara yasak olduğu ileri sürülür olmuş;

Ehline helaldir, na ehle haram, 
Biz içeriz bize yoktur vebali...


Bu dizelerde geçmişteki bu olaya bir gönderme, bir “telmih” var görünüyor. Biz dağıtmadan içeriz, bu yüzden bize bir ağırlığı, bir günahı yoktur… Şarap, içmesini bilmeyene haramdır. Ehil olmayan ondan uzak dursun.

Şarap, tasavvuf ehlinin dilinde “Tanrı aşkı” demektir. Tekke ise, aşk şarabıyla kendinden geçilen yer anlamında “meyhane”dir. Sevap almak için içeriz ve senin buna aklın ermez, bu başka bir hesaptır.. Biz meyhanede bu anlayışa ve bir ruh yüceliğine eriştik.

Tasavvufi düşünce ve inanç sisteminde “Tanrıda yok olmak” ve “Tanrıda yeniden var olmak” (Fenafillah-Bekabillah) amaçlanır. Bunun için bolca “şarap” (Tanrı aşkı) içilmelidir. Biz bu aşkla kandil geceleri kandile, kandilin içindeki fitile dönüşürüz. Tanrı aşkıyla öylesine kendimizden geçeriz ki bu ruh yüceliğiyle Tanrının varlığına ve birliğine delil oluruz; ama sen göremezsin, anlayamazsın bu hali… Şekle takılıp kalacağını ve bu sırlara eremeyeceğini düşünüyor.

Şeriat erbabı için bu kabul edilmez, anlaşılmaz bir haldir. Böyle bir şeye inanmaz. Tanrıya ancak öbür dünyada ve cennette ereceğini düşünür. Oysa rindane anlayışa göre cennet de cehennem de burada ve insanın gönlündedir. Ey Harabi, sen boşuna söylersin; ama daha fazla söze de gerek yoktur. Bilmeyen nasıl anlasın “gerçek” haramı, “gerçek” helali? Ve bir aşk içinde erimeyi?

Hüseyin Geyikçi