Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam47
Toplam Ziyaret712187
Kitap Tanıtım Köşesi

Ma.Zi-1945
Çağdaş Çelebi
Baykuş Dağları ve İkinci Dünya Savaşı'nın sırları…

Şair Dr. Salim Çelebi’nin kızı Çağdaş Lara Çelebi’nin yazmış olduğu “Ma.Zi-1945” adındaki bu roman, kendi alanında dünya literatüründe bir ilk! Romanın konusu gerçek olaylara dayanıyor ve yaklaşık üç çeyrek asırdır bir sır gibi duran bir konuya ışık tutuyor!
kosektas.net

Köyümüz bilgisunum sayfası kosektas.net, Ma.Zi-1945 adındaki bu kitabı, ilgi duyan on ziyaretçimize ücretsiz ulaştıracaktır!
Kitap talebi için tıkla

II. Dünya Savaşı sürerken 1943 senesinde Nazilerin, biri Ksiaz Kalesi’nin altında ve diğerleri Baykuş Dağları’nda olmak üzere Aşağı Silezya’da inşa
etmeye başladıkları kilometrelerce karelik büyüklüğündeki yedi devasa yeraltı kompleksi ve tünelleri, günümüzde hâlâ gizemini korumaktadır. Toplama kamplarından getirilen esirlere yaptırılan projeye, büyüklüğünün yanı sıra, gizliliğinden dolayı kod adıyla bahsedilmesi gerektiğinden, Almancada “dev” anlamına gelen Der Riese ismi verilmiştir. Ne amaçlı yapıldıkları tam olarak bilinmese de tesisin, silah üretimi için tasarlandığı veya karargâh olarak planlandığı tahmin edilmektedir.

Özellikle ilk ihtimalin üzerinde duran uzmanlar, yeraltı tünellerinde nükleer silahların, V1 ve V2 roketlerinin, yerçekimi karşıtı çeşitli deneylerin yapıldığını ve hatta “çana” benzediği için Die Glocke adı verilen bir makinenin test edildiği tezleri üzerinde durmaktadırlar. Ma.Zi-1945 romanı, dönem Almanya’sında yaşananları, bu esrarengiz projeye katılan bir makine mühendisi olan Matthias ve onun yakın dostu Thomas aracılığıyla tanıştığı iki Yahudi kız kardeşin başlarına gelenler çerçevesinde ele almaktadır.

Ma.Zi-1945 l Çağdaş Çelebi l ISBN: 9786253911133

Yayınevinin kitap tanıtım bültenidir.

Bakmak Yetmez; Görmek Gerek
BAKMAK YETMEZ; GÖRMEK GEREK - Vaktiyle yaşadığı kimi anılarını pırıl pırıl Türkçesiyle bize aktaran seçkin şairimiz Dr. Salim Çelebi'ye çok teşekkür ederiz!
kosektas.net

Soluk soluğa girdi muayenehaneye ve “Kocam ölüyor, yetişin doktor bey,” dedi; felfecir okuyan gözleriyle.

Kısa bir soruşturmadan sonra, kocasını arı soktuğunu, arı zehrine karşı alerjisi olduğunu öğrendim; acil çantamı alarak ve Park Taksi durağından bir taksiye binerek, Dikili’nin İsmet paşa Mahallesinin yukarı kısımlarına doğru çıkmaya başladık. Hem hastaya nasıl bir tedavi uygulamam gerektiğini düşünüyor, hem de arabanın geçtiği sokağa bakıyordum. Çıkmakta olduğumuz mahallenin yukarı kısımlarında, önünden geçmekte olduğumuz yan yana duran iki evin önü kalabalıktı, insanlar koşuşturuyorlar ve çığlıklar duyuluyordu. Sorup, öğrenemedik ne olduğunu; bizi bekleyen acil bir hastamız vardı.

Baygın, yüzü boynuna, bacakları dizkapağına ve kolları da dirseklerine kadar morarmış; 55-60 yaşlarında bir erkek yerde yatıyordu. Gerekli tedaviyi yaptım ve hasta dramatik bir şekilde iyileşerek birkaç dakika içinde kendine geldi, doğruldu ve eşinin elini tutarak, “Doktorum, bu kadın beni öldürecek,” dedi. “ O kadar tembih etmeme rağmen, beni hep arı kovanı bulunan yerlerden geçiriyor…” Hayata dönmenin şakasıydı bu.

Dönüşte, benim bir doktor olarak yukarı doğru çıktığımı görmüş olacaklar ki taksinin önüne geçerek durdurdular ve her iki evdeki bayılanlar için yardım istediler. Olanaklarım ölçüsünde gerekli tedavileri yaptım.

Yan yana duran evlerden birindeki kalabalık, evin ölen annesi için ağlıyordu, diğer evdeki gözyaşlarının nedeni ise askerden gelen çocuklarına kavuşmanın verdiği sevinçti. Kaybın verdiği hüzün de gözyaşlarına neden oluyordu; kavuşmanın verdiği mutluluk da. Nedenleri farklı olsa da yoğun duyguların ürünüydü gözyaşları.

Mahalleye çıkışta sokağa “bakarken,” koşuşturarak, çığlık atan kadınlar vardı; dönüşte yanlarına vardığımızda, çığlıkların nedenlerini öğrendik, gerçeği “gördük.”

Bakmak ve görmek… Bakma olayında daha etkin olan organ gözdür. Görme olayında ise; detay, derinlik, algılama ve anlamlandırma olgularından dolayı;  gözle birlikte etkin olan organ beyindir. Bakma olayı bir fotoğrafın negatifi, görme ise fotoğrafın kendisidir. Görme olayı emek ister, emek ürünüdür. Sanatçılar çok iyi görebilen insanlardır, sanat evrenselliğini ve ortak dilini bu olgudan alır.

Sanatçıları ötekileştirilen, dışlanan toplum; yoksullaşır, yurttaşlık duyarlığını yitirir. Bir kısmımız teknoloji bağımlısı olarak gerçek yaşamdan koparılıp sanal yaşamla yaralarımızı sararken, büyük çoğunluğumuz da önce yoksullaştırılıp sonra kullaştırılıyoruz.

Kul bakar, yurttaş görür.
Kul her emre uyar, yurttaş sorgular.
Kul korkar, yurttaş örgütlenir.
Kul için görev vardır; yurttaş için hak.
Kul bireycidir, yurttaş toplumcu...

Ben yeniden keşfetmedim; ünlü düşünür Ziya Gökal, 'kul'un tarifini ünlü dörtlüğüyle yıllar önce yapmış zaten;

“Ahlak yolu pek dardır
Tetik bas önün yardır,
Sakın hakkım var deme
Hak yok, vazife vardır.”

Şair Dr. Salim Çelebi

  
1759 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Korku ve Hürriyet

Korku ve Hürriyet
Hasan Ali Yücel

İnsanların yüzünü en çok iki şey çirkinleştirir: Korku ve hırs. Korku, ruhun kirpi gibi kendine katlanıp ufalanması; bedenin ekşi yiyen ağız gibi buruklaşıp büzülmesidir. Korkak, ruhu iğri büğrü olmuş bedeni her zaman ve her taraftan bir bela bekleyen tavşan gibi vehimleri içerisine sinmiş yaşar. Doyurulmamış arzuların kustuğu zehirler uzun yıllar birike birike şifası güç bir tesemmüm, iliklerine kadar işler. Gözler yuvalarına gömülmüştür, etrafa ürkek ürkek bakar. Bakışların istikameti yere doğrulur. Korkak, muhatabile göz göze gelemez. Düşündüklerini karşısındaki keşfedecek diye ödü patlar.

Öd, dedim de, malûm, bu, safra demektir. Büyük korkular, safra kesesine, karaciğere çok tesir ederler. Mücerebdir gaflet olunmaya! Oburların sine sine, politikacıların birden bire yedikleri bir darbeden dolayı çok kere karaciğerleri bozulur veya safraları taşar. Doktorlarımız, hekim diliyle bunu daha etraflı açıklasalar da biz halk dilindeki ödü patlama, ödü kopma gibi tabirlerinin vereceği manadan icabeden dersi alabiliriz. Ödlek veya ödelek kelimelerinin korkak anlamına gelmesi de bu sebebten olsa gerek, Maarifin despotları (!) elinde bulunduğu zamanlarda fikir ve kanaatlerini söylemeycek derecede büyük korkular geçirmiş meşhur psikologlarımız, ruh ile beden arasındaki münasebet bakımından bu konuda nefislerinde yaptıkları denemeleri neşretseler, ilme büyük bir hizmet etmiş olurlar!

Korktuğunuz bir zamanda kendinizi toplayıp tecrübe için bir kere aynaya bakınız, ne kadar çirkinleştiğinizi görürsünüz. Yüzünüzdeki çizgiler derinleşmiş, içleri künk döşenecek su yollarına dönmüş, elmacık kemikleriniz büsbütün yumrulaşmış, gözlerinizin altı morarmış, ağzınız iki yana çekilip gerilmiş, bakışlarınız sönmek üzere olan bir kandil gibi titrek ışıkları ile manasızlaşmıştır. Ellerinizin titremesi müsaade etse de göğsünüzün sol tarafına onları koyabilseniz, yüreğinizin nasıl kuş gibi çırpınmakta olduğunu hissedersiniz. Korku ile irade, öyle derin bir felce uğrar ki, uzuvların kendilerini idaresi sona erer; tabii halde yapamayacağınız hareketleri korku anında en elverişsiz yerde ve şekilde yaparsanız. Korku bedende ve dolayısıyla ruhta çıkan bir ihtilâldir. Bir ihtilâl, fakat tecavüzden ziyade müdafaa halinde bir ihtilâl. Korku, iç dünyamızda ne nizam bırakır, ne intizam. Fikir ve hareketlerdeki en akıl almaz saçmalar, korku halinde sâdır olur.

Elhain-ü haifün, yani, korkak, haindir. Niye? Çünkü, korku ile ruhun karanlık mahzenlerine toplanan ezintiler, üzüntüler; kapalı bir yere birikmiş barut tozu gibi en küçük bir kıvılcımla içeriden yanmaya hazırdır. Zamanını bulup patlayıncaya kadar baskı altında kalır. Korkağın açık yürekle hareket etmeyip arkadan vurması, üstü örtülü hareketlerle saman altından su yürütmesi, kendi meydana çıkmadan onu buna katıp hadiseler çıkarması, hep bundandır. Şarkta, garpta tarih meydanına peçeli veya maskeli çıkan tahrikçiler, korkudan dolayı gizlenmişlerdir. Bu cins tipler, yere bakar, yürek yakar. İnsanlar fertçe ve cemiyetçe böylelerinden çekinmelidirler.

Korku nereden doğar?

Korku, hesaba sığdırılmamış dileklerden, kudretle nisbeti düşünülmemiş hırslardan doğar. Ha daha servet, ha daha büyük kudret, ha daha çılgın sefahet!... dedikçe henüz elde edilmiyene erişmenin sabırsızlığı veya elde edilmişlerin bir ânda kaybolması kaygısı, insanı, çıldırtan korkular içerisine atar. Ne servette, ne kudrette, ne sefahatte miktar mühim değildir. Bir liraya bir can, bir sandalyaya bir hayat, bir şehvet anını yaşamaya bütün bir şeref ve haysiyet feda edilirken bu küçük miktarlara bakıp hayret etmemeli. O bir lira, Karunun hazinelerinden daha kıymetlidir; o küçük memuriyet sandalyası, bir saltanat tahtıdır; o keyif mevzuu sümüklü mahlük, cennet hurilerini kıskandıracak bir husn-ü ândadır.

Korkunun bütün canlı varlıklarda toplanıp düğümlendiği nokta, şuur altına sinen ölmek ihtimalidir. Ölüm, istisnasız, her canlının korkup kaçtığı bir fikir, bir hayal, bir içgüdüdür. Bu da pek tabiidir. Çünkü hayat, ölümden kaçan kuvvetlerin devamıdır. Fakat akıl sahipleri için hakikat, hiç böyle olmamak lazım gelir. Şu fâni dünyada başımıza gelmesi muhakkak tek olay, ölümdür. Doğduğunu bilmeyen, hatırlamayan insanın bir gün öleceğinde şüphe var mıdır? O halde yüzde yüz olacak bir şeyden niçin korkmalı? Gel de bunu kendine anlat!.. O halde ölümü tabii almalı ve hayat boyunca ona kendimizi alıştırmalıyız. Oyunla, alayla, içkiyle, her türlü ihtirasların uyuşturucu tesiriyle onu şuurumuzdan silmeye kalkmak, muvakkat bir zaman için kendimizi aldatmaktan başka neye yarar?

Bir yürekte ki korku hakimdir, o, korku doğuran bağlarla sımsıkı bağlanmış demektir. Böyle bir insanda hürriyet olabilir mi? Bu hal, fertler için böyle olduğu gibi cemiyetler için de böyledir. 1908 de bizde «Hürriyet» ilan edilmişti. Muayyen günlerin halkı coşturan sevinci geçtikten sonra isyanlar, muharebeler, partiler, mücadeleler birbirini kovaladı ve gönüllerde hâkim his, korku oldu. O devrin iktidarına kapılanamamış vatandaşlar için ilan edilen şeyin hürriyet olmayıp sıkı yönetimli bir istibdad olduğu kanaati kafalara yerleşti. Korkutan rejimlerde hürriyet aramamalı. Bütün toptancı sistemler ve idareler, hürriyetsizdir. Hürriyet, korkutmaz, sevindirir; zorlamaz, inandırır. Onun için hürriyet, daima güzel bir kadın şeklinde temsil edilmiştir; eli bıçaklı, beli altıpatlarlı bir eşkiya suretinde değil…

Korkak hür olmadığı gibi hürriyete razı da olamaz. Kendine güvenemeyen fertler veya zümreler, daima korku ile etrafını kudretlerine bendetmeye ve bende etmeye mecbur olmuşlardır. En büyük müstebitler, en tehlikeli korkaklardır. Korkulu rüyaların endişesiyle uyanık kalmışlardır. Fakat çok kere korktukları başlarına gelir. Cesur olanlardır ki ancak hür olabilirler. Cesaretin fazilet oluşu bundandır. Efsanelerin ölümsüz kahramanları bile zamanla ölürler, fakat cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmezler.

Cesaret, akıllının korkusuzluğudur; faziletlerin başında sayılır. Cüret, akılsızın atılganlığıdır; insanların tehlikeli kusurlarından biridir. Bu bakımdan hürriyet, akıllının bağımsızlığı olabilir. Hesapsız ve muvazenesizde hürriyet, ifrata kaçar. Siyasi rejimlerin sağ ve sol uçlarından hürriyetin barınmaması bundandır. Hürriyet isteyen fertler ve toplumlar, korkak olmamalı. Fakat hiçbir zaman muvazene bozucu bir cürete, aklın hesap ve temkin isteyen nizamını altüst edici çılgınlıklara kendini kaptırmamalıdır.  
 

Korku ve Hürriyet l Hasan Ali Yücel5 Temmuz 1951