Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam80
Toplam Ziyaret712349
Kitap Tanıtım Köşesi

Ma.Zi-1945
Çağdaş Çelebi
Baykuş Dağları ve İkinci Dünya Savaşı'nın sırları…

Şair Dr. Salim Çelebi’nin kızı Çağdaş Lara Çelebi’nin yazmış olduğu “Ma.Zi-1945” adındaki bu roman, kendi alanında dünya literatüründe bir ilk! Romanın konusu gerçek olaylara dayanıyor ve yaklaşık üç çeyrek asırdır bir sır gibi duran bir konuya ışık tutuyor!
kosektas.net

Köyümüz bilgisunum sayfası kosektas.net, Ma.Zi-1945 adındaki bu kitabı, ilgi duyan on ziyaretçimize ücretsiz ulaştıracaktır!
Kitap talebi için tıkla

II. Dünya Savaşı sürerken 1943 senesinde Nazilerin, biri Ksiaz Kalesi’nin altında ve diğerleri Baykuş Dağları’nda olmak üzere Aşağı Silezya’da inşa
etmeye başladıkları kilometrelerce karelik büyüklüğündeki yedi devasa yeraltı kompleksi ve tünelleri, günümüzde hâlâ gizemini korumaktadır. Toplama kamplarından getirilen esirlere yaptırılan projeye, büyüklüğünün yanı sıra, gizliliğinden dolayı kod adıyla bahsedilmesi gerektiğinden, Almancada “dev” anlamına gelen Der Riese ismi verilmiştir. Ne amaçlı yapıldıkları tam olarak bilinmese de tesisin, silah üretimi için tasarlandığı veya karargâh olarak planlandığı tahmin edilmektedir.

Özellikle ilk ihtimalin üzerinde duran uzmanlar, yeraltı tünellerinde nükleer silahların, V1 ve V2 roketlerinin, yerçekimi karşıtı çeşitli deneylerin yapıldığını ve hatta “çana” benzediği için Die Glocke adı verilen bir makinenin test edildiği tezleri üzerinde durmaktadırlar. Ma.Zi-1945 romanı, dönem Almanya’sında yaşananları, bu esrarengiz projeye katılan bir makine mühendisi olan Matthias ve onun yakın dostu Thomas aracılığıyla tanıştığı iki Yahudi kız kardeşin başlarına gelenler çerçevesinde ele almaktadır.

Ma.Zi-1945 l Çağdaş Çelebi l ISBN: 9786253911133

Yayınevinin kitap tanıtım bültenidir.

Faust

DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 62
FAUST

JOHANN WOLFGANG GOETHE
FAUST
Bir Fragman
Almancadan çeviren:
Yüksel PAZARKAYA

İYİYLE KÖTÜ, BİLİMLE BÜYÜ ARASINDAKİ İNSAN:
FAUST


Dante Alighieri'nin "Tanrısal Komedya"sı (La Divina Commedia), Cervantes'in "Don Quijote"u, Shakespeare'in "Macbeth"i dünya yazınında nerede duruyorsa, Goethe'nin "Faust"u da aynı yerdedir. Gelmiş geçmiş başyapıtlardan, dünya yazınının en yüce doruklarından biri.

Goethe'nin yaşamının sonuna dek uğraştığı Faust, onun çok kapsamlı yazın yaratımının da başyapıtı olmuştur. Goethe'nin yaşamıyla en çok bu yapıt özdeşleşmiş, yaşamıyla birlikte bu başyapıt da büyümüş, olgunlaşmış, Goethe'nin kimlik ve benliğiyle bütünleşmiştir.

Bir ömür süren bu yazın uğraşının ürünü: Urfaust (1772-1775), Faust I (1797-1801; 1806), Faust II (1800; 1824-1831) olarak bilinir. Bu yapıtlar Türkçeye de çevrilmiştir. Bu yapıtlar üzerindeki çalışma süreçlerinin bir de ara dönemleri vardır. Urfaust ile Faust I arasında basılmış bir Faust daha var: Faust - Bir Fragman (1788-1789). Büyük ölçüde Urfaust'u içerir, Faust I tasarımının imlerini taşır. Okunduğu zaman görülür ki, fragman nitelemesine karşın, başlı başına bir bütündür. Rahatlıkla sahneye getirilebilir, değişik bir Faust metnidir. Goethe, bu nüshayı ilk kez 1790 yılında Leipzig'de bağımsız olarak yayınlandı. Bu metnin Türkçe çevirisine raslamadığım için, Goethe'nin 250. doğum yıldönümünde Cumhuriyet'in okurlarına armağanı olarak, ben de bu nüshanın çevirisine kalkıştım. Kalkıştım sözüne döneceğim.

Faust adıyla ilk kez 1506 yılında karşılaşılıyor. Yaşadığı bilinen Faust üzerine ilk halk kitabıysa, 1587 yılında Frankfurt'ta basılıyor: Historia von D. Johann Fausten. Daha sonra sayısız çeşitli baskıları yapılıyor. Goethe, çocukken eline geçirdiği böyle bir halk işi baskıyı okuyarak, Faust ile tanışıyor. Aynı yıllarda, kukla oyunu olarak 16. yüzyıldan beri gösterilen Christopher Marlowe'nin oyunuyla da tanışıyor. Kabına sığmayan insan izleğiyle Faust, Marlowe'dan Klaus Mann'a yüzyıllar boyu pek çok yazara konu olmuştur.

1772 Ocağı'nda Goethe'nin, çocuğunu öldüren Susanne Margaretha Brandt'ın asılışına tanık olduğu sanılıyor. Bu genç kadın, şeytanın kendi içine yerleştiği inancındaydı. Goethe, bu olay üzerine, Urfaust'un ilk sahnelerini yazar. 1775 yılında Weimar'a getirdiği Urfaust'un günümüze kalan ilk elyazma nüshasıysa 1787 yılından.

Altmış yıl süren uğraşa ve çeşitli nüshalara karşın, hepsi bir bütünlük sergileyen Faust'un odağındaki izlek, insanın içinde iyi bir öz olduğuna inanan Faust ile Mephistopheles arasında buna ilişkin olarak girişilen bahistir. Şeytancıl Mephistopheles, yoldan rahatlıkla çıkarılabilir bir insan imgesini savunur. Faust, insanın iyi olduğu savaşımını verirken, şeytan da, Tanrı'dan onu baştan çıkarmak üzere aldığı izinle, insan üzerindeki ters etkisini kullanır. İnsanın doğasında her iki kutup da vardır, iki kutbun bütünü ve bileşimidir. Ancak, yadsıyan ve mahveden şeytanın kolaylıkla yönlendireceği kutup, insanın tembel ve rahat yanıdır; yüzeye, sığlığa bakarak kanan, yüzeysel parlaklığa kanan yanıdır. Faust, bu yüzden, tıpkı kutsal kitapların öyküleri gibi, evrensel bir insan ve insanlık trajedisidir. Zira, iyiye yönelmek ister, ancak göz göre göre hep şeytana uyar, uçuruma yuvarlanır. Başkalarını da böylelikle mutsuz edip, uçuruma yuvarlar. Faust yerine bu trajediye insan adı da konulabilirdi. Aslında, Mephistopheles de insanın içindeki bu iki kutuptan; yadsıyan, olumsuz kutbun kişileşmesidir.

Goethe, bu kişileştirmeyi aydınlanma sürecinin insan anlayışı çerçevesinde gerçekleştirerek, evrensel bir çağdaş kurguya varır. Rönesans'la ortaya çıkmaya başlayan aydınlanmanın insanı, usa ve bilime inanmış, kör inancı yadsıyan, dünya işlerine yönelik olarak, düşünceyi eleyen, skolastik, dinsel, en son ve tek doğrucu çözümler olmayacağını benimseyen insandır.

Kapanıp kaldığı yerden dünyaya ve doğaya çıkmak, doğal yaratının kaynaklarını bulmak, yaratarak yaşama ve dünyaya katılmak ister. Kendi sınırlarını aşmak, uçsuz bucaksız olanaklara ve yaratı kaynaklarına ulaşmak ister.
İçi yaratıcı güçle kaynar, sonsuzluğu özleyen bu gücü eyleme dönüştürmek için, çağırdığı doğa ruhu, iblisten başkası değildir. Mephistopheles, Faust'un dinmek bilmeyen taşkın istem ve özlemini doyurmak savındadır.

Goethe için, birey, evrenin kendisidir. Evrenin çekirdeği, dolayısıyla doğal ve anlaksal bütün gücü insanın içindedir, insan ben'idir. Bu yüzden, insan doğayla ve evrenle bir bütündür. Ama evrenin bu çekirdeği, içinden ve dışından şeytanın tehdidi altındadır, trajedisi de bu tehditten, bu tehdidi göre göre, uçuruma yürümesinden doğar.

Bu trajediye karşın, Ben, doğa ve evrenle bütünlüğünden, evrensel uyumdan aldığı güçle, özünü gerçekleştirmek, insan olarak açılıp boyutlanmak düşünce ve çabasındadır. Bu çaba, aynı zamanda bir kavrayışın da ifadesidir: Uyum, bir oluşum sürecidir doğada ve evrende. Her şey oluşur ve geçip gider, biter. Her şey sevgi ve tükeniştir. Oluşumdan tükenişe, her şey değişim ve dönüşüm süreci içindedir. Her şey, bütünün parçalarıdır, ama her şey hem kendi içinde, hem kendi dışında çelişkiler, kutuplar arasında bir gerilim ağı içindedir. Her şey sonsuz bir işleyişe dahildir.

Faust'un kabından taşarak, insan anlağının yönsemindeki oluşumu, ancak sevgiyle gerçekleşebilir. Mephistopheles, cinsel sevinin çekimiyle sevgi ilkesini tek boyuta indirgemek, dolayısıyla insan ruhunu ve anlağını, tek boyuta, güdüsel değişimsizliğe teslim ve tutsak etmek için, şeytancıl çabasını yürütür. Oysa, Gretchen ile Faust, birbirlerine ilk bakışta bir sevgi bağıyla bağlanmışlardır, birbirlerini sevgiyle yüceltip, karşılıklı gerçekleştirme, ruhlarını en görkemli çiçek gibi açtırma olanağına sahiptirler. Yaşam, bu ilişkide bütünüyle sevgiye dönüşme yeteneğindedir. Ancak, yaşam sevgi gibi en yüce duyguya bile sığmaz. Sevgi arıdır, yaşam karmaşık, çelişkili ve çok kutupludur. Sevginin seviye dönüşmesinin mayası iblisten, Mephistopheles'ten gelir. Böylece sevgi de, ruh dinginliği, iç huzuru, mutluluk yerine; suç, günah, huzursuzluk ve mutsuzluk olarak dönüşür.

Burada, çağdaş, aydınlıkçı, deneyci, eylemci insanın, kabı dışına çıkarak içine düştüğü çelişkiler de somutlanmaktadır. Bununla, yirmi birinci yüzyıla girerken, bütün gelişme ve ilerlemelerine karşın, bütün elde ettiklerine, ulaştıklarına karşın, varlığının dibinde bungunluk (depresyon) tortusu gittikçe kalınlaşan, gittikçe daha yoğun biçimde yüzeye çıkan, dışa vuran insanı da haber vermektedir. Aslında, ilk varoluşundan, en son yok oluşuna dek insanın eylem, deney, duyumsama, duygu, öğrenme, bilgi, yanılma ve çelişki vb. eylem ve boylamlarından bir tin ve ten öznesi ve nesnesi, tin ve ten varlığı olarak yansıtılışıdır Faust.

Böyle bir varlığın, huzurlu bir oluşa ulaşması, kendini yadsımasıdır, tükenişidir, yok oluşudur, yani ölümdür. Oysa, ölüm bile bir erinç değil, durgunluk ve durağanlık değil, bir dönüşüm, yeni bir oluşumun başlangıcıdır. Bu yüzden, insan ruhu, anlağı ve benliğiyle, usu ve duygusuyla bir sınırda duramaz, bir sınırı da tanımak istemez. Ama bütün bu devini ve tanımazlıkta, onu oluşturan kutuplar, karşıt güçler birlikte işlevdedir, işlemektedir.

Yirminci yüzyılın büyük analitik psikoloji bilimcisi C.G. Jung, psikolojik çözümlemeyle şu saptamayı yapacaktır: "Kötü de aynı iyi gibi tartılmalıdır; zira iyi ile kötü aslında edimin ideal uzantılarından ve soyutlamalarından başka bir şey değildir, ikisi de yaşamın aydın-koygun örünümüne aittir." Jung, sonuçta içinden kötünün doğmayacağı iyi ve içinden iyinin doğmayacağı kötü yoktur diyerek, suç olmadan erdemsel bilincin olmayacağını, ayrımların kavranmadığı durumda da hiçbir bilincin olmayacağını belirtir. Bunun da birey olmanın vazgeçilmez koşulu olduğunu saptar. (C.G. Jung, Einleitung in die Religionspsychologische Problematik der Alchemie, S.47.) Faust, işte böylesine bir bireyselleşme sürecidir aynı zamanda.

Karşıt güçler yüzünden, oluşum ve dönüşüm yerine, cadı içitleriyle gençliği, değişimsizliği arayış mutsuzluğuna da düşer. Oysa gençlik, dönüşüm ve değişimle hep yeniden varoluştadır.

Bunu benimsemek, içinde doğayı ve evreni barındıran yaratığın kendindenliğini, alçakgönüllü oluşunu, gözütokluğunu da içerir. Böylece, taşkınlıkla, doyumsuzlukla oluşun kendinden alçakgönüllülüğü arasındaki çelişki, insan yaşamının süreğen bir çelişkisi olarak görünür.

Goethe, bütün nüshaları bir arada görüldüğünde, özetlemeye çalıştığımız bu insanı, ilişkileri ve çelişkileri, evrenselliği ve sınırsızlığı içinde bir büyük dramatik şiir olarak Faust başyapıtında yapılandırır. Dük Karl August'a Roma'dan, İtalya gezisinden yazdığı 12 Aralık 1786 tarihli mektubunda Goethe, Faust Fragmanlarını bastırma kararıyla, kendini de ölmüş saydığını, bu yapıtı tamamlamak için sürdürebilme mutluluğuna ererse, yeniden yaşama dönmüş olacağını bildirir. Yaşamının sonuna dek Faust üzerinde çalışarak yaşar. Faust II ile Goethe için başyapıt bütünlenmiştir, zaten bunu tamamladıktan kısa bir süre sonra da ölmüştür. Ama onun insanlığa verdiği bu büyük yazın armağanı, her birey, her kuşak ve her çağ tarafından yeniden, yeniden yaratılmaktadır. Ernst Beutler'in sözleriyle, "Goethe ana Faustunu insanlığa süresiz bir kalıt olarak yazdı. Faust'a başladığı zaman, yazdıkları, kendini fadedir. Şiiri tamamlayan yaşlı yazarsa, bakışını kendi 'Ben'inden öbür insanlara çevirmeyi artık çoktan öğrenmiştir. Öğretmen olarak, bilge olarak onların arasında durmaktadır. Sorumluluk duymaktadır. Yapıtı, sorumluluk yükleyici, görevlendiricidir ve böyle algılanmayı ekler." Daha önce yapılan çeviriler gibi, ilk kez yapılan bu çeviri de, duyulan bir sorumluluğun ürünüdür. Ama çevirmende huzursuzluk bırakan bir üründür.

Çeviri, zaten bir serüvendir. Serüvense, tehlikelere açıktır. Faust gibi dramatik büyük, görkemli, mükemmel bir şiirin çevirisiyse, salt bir cürettir. Ama bilim çağının kabına sığmaz, sınıra gelmez insanı Faust gibi, bu cürete kalkışan çevirmen de, her satırın, her dizenin evirisinin ayrı ve yeniden bir deney olduğunun bilincindedir. Bütün doğa bilimleri, deneysel ilimlerdir ve hepsinde bin deneyden, bin yanılgıdan sonra, belki bir başarılı deney sonuca varır.

Bu çeviride de başarılı görünen dize ve satırların yanında, pek çok da yinelenmesi, belki daha onlarca, yüzlerce kez yinelenmesi gereken deneyler vardır. Bütünüyle böyle bir deneye girişmemi kolaylaştıran husus ise, kimya yüksek mühendisliği öğrenimimden çok, Goethe tarafından fragman olarak nitelendirilen bir nüshayı çevirmeye kalkışmak olmuştur. Metin bir fragmansa, bu çeviri de haydi haydi bir fragmandır, yani bitmemiştir. Ama aslından okuma olanağı olmayan Cumhuriyet okurlarına evrensel yazar Goethe'nin başyapıtı üzerine yine de bir fikir vermesini diliyorum.

Yüksel Pazarkaya
Temmuz 1999
Korku ve Hürriyet

Korku ve Hürriyet
Hasan Ali Yücel

İnsanların yüzünü en çok iki şey çirkinleştirir: Korku ve hırs. Korku, ruhun kirpi gibi kendine katlanıp ufalanması; bedenin ekşi yiyen ağız gibi buruklaşıp büzülmesidir. Korkak, ruhu iğri büğrü olmuş bedeni her zaman ve her taraftan bir bela bekleyen tavşan gibi vehimleri içerisine sinmiş yaşar. Doyurulmamış arzuların kustuğu zehirler uzun yıllar birike birike şifası güç bir tesemmüm, iliklerine kadar işler. Gözler yuvalarına gömülmüştür, etrafa ürkek ürkek bakar. Bakışların istikameti yere doğrulur. Korkak, muhatabile göz göze gelemez. Düşündüklerini karşısındaki keşfedecek diye ödü patlar.

Öd, dedim de, malûm, bu, safra demektir. Büyük korkular, safra kesesine, karaciğere çok tesir ederler. Mücerebdir gaflet olunmaya! Oburların sine sine, politikacıların birden bire yedikleri bir darbeden dolayı çok kere karaciğerleri bozulur veya safraları taşar. Doktorlarımız, hekim diliyle bunu daha etraflı açıklasalar da biz halk dilindeki ödü patlama, ödü kopma gibi tabirlerinin vereceği manadan icabeden dersi alabiliriz. Ödlek veya ödelek kelimelerinin korkak anlamına gelmesi de bu sebebten olsa gerek, Maarifin despotları (!) elinde bulunduğu zamanlarda fikir ve kanaatlerini söylemeycek derecede büyük korkular geçirmiş meşhur psikologlarımız, ruh ile beden arasındaki münasebet bakımından bu konuda nefislerinde yaptıkları denemeleri neşretseler, ilme büyük bir hizmet etmiş olurlar!

Korktuğunuz bir zamanda kendinizi toplayıp tecrübe için bir kere aynaya bakınız, ne kadar çirkinleştiğinizi görürsünüz. Yüzünüzdeki çizgiler derinleşmiş, içleri künk döşenecek su yollarına dönmüş, elmacık kemikleriniz büsbütün yumrulaşmış, gözlerinizin altı morarmış, ağzınız iki yana çekilip gerilmiş, bakışlarınız sönmek üzere olan bir kandil gibi titrek ışıkları ile manasızlaşmıştır. Ellerinizin titremesi müsaade etse de göğsünüzün sol tarafına onları koyabilseniz, yüreğinizin nasıl kuş gibi çırpınmakta olduğunu hissedersiniz. Korku ile irade, öyle derin bir felce uğrar ki, uzuvların kendilerini idaresi sona erer; tabii halde yapamayacağınız hareketleri korku anında en elverişsiz yerde ve şekilde yaparsanız. Korku bedende ve dolayısıyla ruhta çıkan bir ihtilâldir. Bir ihtilâl, fakat tecavüzden ziyade müdafaa halinde bir ihtilâl. Korku, iç dünyamızda ne nizam bırakır, ne intizam. Fikir ve hareketlerdeki en akıl almaz saçmalar, korku halinde sâdır olur.

Elhain-ü haifün, yani, korkak, haindir. Niye? Çünkü, korku ile ruhun karanlık mahzenlerine toplanan ezintiler, üzüntüler; kapalı bir yere birikmiş barut tozu gibi en küçük bir kıvılcımla içeriden yanmaya hazırdır. Zamanını bulup patlayıncaya kadar baskı altında kalır. Korkağın açık yürekle hareket etmeyip arkadan vurması, üstü örtülü hareketlerle saman altından su yürütmesi, kendi meydana çıkmadan onu buna katıp hadiseler çıkarması, hep bundandır. Şarkta, garpta tarih meydanına peçeli veya maskeli çıkan tahrikçiler, korkudan dolayı gizlenmişlerdir. Bu cins tipler, yere bakar, yürek yakar. İnsanlar fertçe ve cemiyetçe böylelerinden çekinmelidirler.

Korku nereden doğar?

Korku, hesaba sığdırılmamış dileklerden, kudretle nisbeti düşünülmemiş hırslardan doğar. Ha daha servet, ha daha büyük kudret, ha daha çılgın sefahet!... dedikçe henüz elde edilmiyene erişmenin sabırsızlığı veya elde edilmişlerin bir ânda kaybolması kaygısı, insanı, çıldırtan korkular içerisine atar. Ne servette, ne kudrette, ne sefahatte miktar mühim değildir. Bir liraya bir can, bir sandalyaya bir hayat, bir şehvet anını yaşamaya bütün bir şeref ve haysiyet feda edilirken bu küçük miktarlara bakıp hayret etmemeli. O bir lira, Karunun hazinelerinden daha kıymetlidir; o küçük memuriyet sandalyası, bir saltanat tahtıdır; o keyif mevzuu sümüklü mahlük, cennet hurilerini kıskandıracak bir husn-ü ândadır.

Korkunun bütün canlı varlıklarda toplanıp düğümlendiği nokta, şuur altına sinen ölmek ihtimalidir. Ölüm, istisnasız, her canlının korkup kaçtığı bir fikir, bir hayal, bir içgüdüdür. Bu da pek tabiidir. Çünkü hayat, ölümden kaçan kuvvetlerin devamıdır. Fakat akıl sahipleri için hakikat, hiç böyle olmamak lazım gelir. Şu fâni dünyada başımıza gelmesi muhakkak tek olay, ölümdür. Doğduğunu bilmeyen, hatırlamayan insanın bir gün öleceğinde şüphe var mıdır? O halde yüzde yüz olacak bir şeyden niçin korkmalı? Gel de bunu kendine anlat!.. O halde ölümü tabii almalı ve hayat boyunca ona kendimizi alıştırmalıyız. Oyunla, alayla, içkiyle, her türlü ihtirasların uyuşturucu tesiriyle onu şuurumuzdan silmeye kalkmak, muvakkat bir zaman için kendimizi aldatmaktan başka neye yarar?

Bir yürekte ki korku hakimdir, o, korku doğuran bağlarla sımsıkı bağlanmış demektir. Böyle bir insanda hürriyet olabilir mi? Bu hal, fertler için böyle olduğu gibi cemiyetler için de böyledir. 1908 de bizde «Hürriyet» ilan edilmişti. Muayyen günlerin halkı coşturan sevinci geçtikten sonra isyanlar, muharebeler, partiler, mücadeleler birbirini kovaladı ve gönüllerde hâkim his, korku oldu. O devrin iktidarına kapılanamamış vatandaşlar için ilan edilen şeyin hürriyet olmayıp sıkı yönetimli bir istibdad olduğu kanaati kafalara yerleşti. Korkutan rejimlerde hürriyet aramamalı. Bütün toptancı sistemler ve idareler, hürriyetsizdir. Hürriyet, korkutmaz, sevindirir; zorlamaz, inandırır. Onun için hürriyet, daima güzel bir kadın şeklinde temsil edilmiştir; eli bıçaklı, beli altıpatlarlı bir eşkiya suretinde değil…

Korkak hür olmadığı gibi hürriyete razı da olamaz. Kendine güvenemeyen fertler veya zümreler, daima korku ile etrafını kudretlerine bendetmeye ve bende etmeye mecbur olmuşlardır. En büyük müstebitler, en tehlikeli korkaklardır. Korkulu rüyaların endişesiyle uyanık kalmışlardır. Fakat çok kere korktukları başlarına gelir. Cesur olanlardır ki ancak hür olabilirler. Cesaretin fazilet oluşu bundandır. Efsanelerin ölümsüz kahramanları bile zamanla ölürler, fakat cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmezler.

Cesaret, akıllının korkusuzluğudur; faziletlerin başında sayılır. Cüret, akılsızın atılganlığıdır; insanların tehlikeli kusurlarından biridir. Bu bakımdan hürriyet, akıllının bağımsızlığı olabilir. Hesapsız ve muvazenesizde hürriyet, ifrata kaçar. Siyasi rejimlerin sağ ve sol uçlarından hürriyetin barınmaması bundandır. Hürriyet isteyen fertler ve toplumlar, korkak olmamalı. Fakat hiçbir zaman muvazene bozucu bir cürete, aklın hesap ve temkin isteyen nizamını altüst edici çılgınlıklara kendini kaptırmamalıdır.  
 

Korku ve Hürriyet l Hasan Ali Yücel5 Temmuz 1951