Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam157
Toplam Ziyaret695413
Göremediğimiz Tüm Işıklar

Göremediğimiz Tüm Işıklar
Anthony Doerr

Göremediğimiz Tüm Işıklar, insan davranışı hakkında düşündürücü ve duygusal açıdan yankı uyandıran bir hikaye arayan herkesin mutlaka okuması gereken bir eser. Doerr'ın sıra dışı anlatımı ve büyüleyici karakterleri, okumayı bitirdikten sonra bile uzun süre sizi terketmeyecekler.

Göremediğimiz Tüm Işıklar, Anthony Doerr'in, II. Dünya Savaşı sırasında Paris'te yaşayan, Fransız Marie-Laure LeBlanc ile genç bir yetim olan Alman Werner Pfennig'in hikayelerini iç içe geçiren büyüleyici ve duygusal bir roman. Savaş ilerledikçe Marie-Laure ile Werner’in yolları beklenmedik şekilde kesişiyor, ikisi de savaştan bir an önce kurtulmak için çaba sarfediyor ve bu, insan ruhunun hayal edilemeyecek zorluklara rağmen dayanıklılığına vurgu yapıyor.

Doerr'in anlatısı zengin ve çağrıştırıcı; hem işgal altındaki Paris'in güzelliğinin hem de Nazi Almanyası'nın vahşetinin canlı görüntülerini resmediyor. Savaşın çapraz ateşinde kalanların hayatlarına hakim olan korkuyu, belirsizliği ve umudu ustaca yakalıyor.

Marie-Laure'un hikayesi cesaret ve azim hikayesi. Körlüğüne rağmen dünyayı olağanüstü bir özgüven ve beceriyle dolaşıyor. Onun sarsılmaz ruhu, bize en savunmasız bireylerin bile içindeki gücü hatırlatan bir ilham kaynağıdır.

Werner'in hikayesi ahlaki karmaşıklık ve kurtuluşla ilgili. Şiddeti ve gücü yücelten bir toplumda büyüyen Werner, savaşın zulmüne tanık olurken vicdanıyla boğuşuyor. Onun anlayış ve şefkat yolculuğu, insani bağın gücünün bir kanıtıdır.

Romanın doruk noktası hem yürek parçalayıcı hem de umut vericidir; çünkü karakterlerin yolları çok önemli bir anda kesişir. Doerr bize, ezici karanlığın karşısında sevginin, nezaketin ve insan ruhunun kalıcı gücü hakkında derin bir mesaj bırakıyor.

Göremediğimiz Tüm Işıklar, insan davranışı hakkında düşündürücü ve duygusal açıdan yankı uyandıran bir hikaye arayan herkesin mutlaka okuması gereken bir eser. Doerr'ın sıra dışı anlatımı ve büyüleyici karakterleri, okumayı bitirdikten sonra bile uzun süre sizi terketmeyecekler.

kosektas.net

Göremediğimiz Tüm Işıklar, Anthony Doerr
ISBN: 9786259918570

Anasayfa

www.kosektas.net



"Birlikte şarkı söyleyin, dans edin, mutlu olun ama birbirinizin yalnızlığına izin verin. Tıpkı bir lavtanın telleri gibi, ayrı ayrı ama aynı melodiyle birlikte titreşen."
Halil Cibran, Peygamber(*) adlı kitaptaki bir pasajdan.

Tarihçiler, yirminci yüzyıla, Doğu ile Batı'nın birbirine dokunduğu ve dünya halklarının uyandığı bir çağa dönüp baktıklarında, insan bilincinin dünyanın her tarafına yayıldığını görecekler; Batı'nın büyük şairlerinin Doğu'yu kucaklayışını - Yeats'in Upanişadlar ve Elliot'un Omar Hayyam'ın Rubáilerinin çevirisini - dünyanın yenilenmiş olduğunu görecekler. 

Dahası, Doğu'nun büyük yazarlarının bu yeni küresel bilinci benimsediklerini ve bir keşif yolculuğuna çıktıklarını görecekler. Bu yeni maceranın ön saflarında Halil Cibran'ın "ateşli dehası"nı bulacaklar. Cibran, düşüncesinde olduğu gibi eserlerinde de tamamen farklı iki kültürde bir yazar olarak iki ayrı dünyanın buluşmasını temsil etmiştir. 

En ünlü eserini Batı dünyasının ana dilinde yazan Cibran'ın üslubu ve felsefesi Doğu'nun karakteristik özelliklerini taşır. Onun sürekli ilham kaynağı, İngilizcesini renklendiren ve zihni üzerinde kaçınılmaz bir etki yaratan kendi mirasıydı; bu mirasın ısrarı, vizyoner deneyimin bütünlüğü ve başka bir varlık alanının sürekli kullanılabilirliği üzerindeydi. Tüm çalışmalarında, kadın ve erkeğin, dünyayı anlamlı kılan ve ona saygınlık katan, bir tür manevi yaşama olan derin arzusunu dile getirdi.

Cibran, Doğu ile Batı arasındaki sınırı aşan ve kendisini -Lübnanlı bir yurtsever olmasına rağmen-  dünya yurttaşı olarak adlandırabilen ender yazarlardan biriydi.

Kaynakça: khalilgibran.com
(*) Kitabın PDF sürümü İngilizcedir!

HİÇ GÖRMEDEN


Halil Cibran l May Ziade
Eğer bu dünyayı yaratan bir güç varsa, onun kudreti ne hayatta ne ölümde çıkar ortaya, onun olağanüstü yaratıcılığı böylesine bir duyguyu, aşkı, yaratabilmesinde, evrenin nerdeyse bütün kaosunu ve esrarını tek bir duygunun içine yerleştirebilmesindedir.

AHMET ALTAN

Hiç Görmeden l Ahmet ALTAN l 07.12.2023

Işıkların bütün berrak parıltılarına rağmen içlerinde bir küskünlük taşıdığı, akşam yağmurlarının aniden bastırdığı bu sonbahar günlerinde beni yalnızlaştırıp kederlendiren, adını koyamadığım tuhaf bir şey var.

Anlatması zor aslında.

Garip ve derin bir özlem duyuyorum ama özlediğim insanın bir adı, bir yüzü yok, bu özlem beni öylesine korkutuyor ki sahibini bulmaya, tanımaya, ona bir beden, bir koku vermeye çekiniyorum, camdan bir kuyuya düşer gibi ellerimi geçirecek bir pürüz bile bulamadan bu özlemin derinliklerine doğru kayarken gözlerimi kapatıyorum.

Pencerelerin inanılmaz derecede ışıklı, odaların ise serin ve gölgeli olduğu bu zamanlarda hiçbir yerde durmak istemiyorum, huzursuz bir gitme arzusu sarıyor beni ama nereye gideceğimi de bilmiyorum, gitmek istediğim yerin de bir adı yok ve gitmek istediğim yer birden zihnimde aydınlanıverecek, aniden her şey kararacak ve sanki o yer bir tiyatro sahnesi gibi karanlığın içinde kendi ışıklarıyla tek başına duracak diye ürperiyorum... O yeri bir kere görürsem oraya gitmemem mümkün olmayacak çünkü.

Hissettiğim yalnızlık ise ömür boyu bildiğim bir yalnızlık ve o hep aynı görüntüye sahip; bütün öğrencilerinin gittiği, sınıflarının boşaldığı sessiz bir okulun uzun taş koridorlarında bir akşam üstü yalnız başına pencereye dayanıp duran bir oğlan çocuğunun yalnızlığı bu, koridorlar mazot, lizol ve diş macunu kokuyor; yalnızlığımın nedeni ne olursa olsun duygusu ve görüntüsü hep bu, hep aynı saat, hep aynı gölgeleri uzamış akşamüstü, hep aynı boş sınıflar, hep aynı sessizlik, hep aynı koku.

Bu derin özlem, büyük bir okulda bırakılmış çocuğun yalnızlığına kelepçeleniyor, çaresizleşiyor, güçsüzleşiyor, üzülüyorum.

Üstelik hiçbir tesellisi olmayan bir üzüntü bu.

Nedeni yok çünkü.

İçine mavi bir ışığın hapsedildiği keskin bir kristal gibi duran gökyüzünden, Göztepe’nin arka sokaklarına, apartmanların minik bahçelerine, inatla açan güllerine, soluk bir pembelikle büyüyen narlarına, portakal ağaçlarına, yol kenarlarındaki akasyalara yansıyan o parlak ve hüzünlü aydınlıkla çoğalacak, yaşadığım sürece benimle dolaşacak bu terkedilmişlik duygusu beni terk etmeyecek.

Yüzü, sesi, bedeni, kokusu olmayan birini özleyebilir mi insan?

Acıklı bir soru bu biliyorum.

Böyle bir şeyin olamayacağını düşündüğünüzü de biliyorum.

Ama olabilir bu.

İnsanların hoyratlığı yüzünden, "kötü sevişmelerle" hırpalanmış bir sokak orospusu gibi aşağılanıp eskitilen "aşk" sözcüğünün üstünde biriken tozları sildiğiniz vakit altından çıkacak olan o görkemli ve karmaşık duygu, derinliğinde o kadar çok sır ve sürpriz saklar ki şaşarsınız.

"Ölüm ve hayat" uçlarını birbirine bağlayan, onları birbirinden kopmaktan alıkoyan, ikisine de anlam katan ve ölümü de hayatı da bir saçmalık olmaktan kurtaran tek duygudur belki de.

Eğer bu dünyayı yaratan bir güç varsa, onun kudreti ne hayatta ne ölümde çıkar ortaya, onun olağanüstü yaratıcılığı böylesine bir duyguyu yaratabilmesinde, evrenin nerdeyse bütün kaosunu ve esrarını tek bir duygunun içine yerleştirebilmesindedir.

Her seferinde yeni ve bilinmez bir hikayeyle gelir karşınıza.

Bir çöl peygamberinin nefesini taşıyan ve yazdıklarına o nefesi üfleyen Halil Cibran, tam yirmi yıl boyunca, bir tek kez bile görmediği, bir tek kez bile sesini duymadığı, bir tek kez bile kokusunu koklamadığı bir kadına aşık olarak yaşamıştı.

Bir Arap entelektüeli olan, gazete yöneticiliği yapan, Mısır’ın sanatçılarını kendi salonunda toplayan May Ziyade ile sadece "mektuplardan" oluşan bir aşk yaşamışlardı.

Büyük bir ihtimalle "ilişki", Ziyade’nin Cibran’ın yazılarına duyduğu hayranlıkla başlamıştı.

Sonra yazışmaya başlamışlardı.

Harfler, sözcükler, cümleler birbirini hiç görmeyen iki insanı tutkulu bir biçimde birbirine bağlamıştı.

Hiç buluşmadılar.

Hiç karşılaşmadılar.

Ama aralarındaki "aşk", Cibran öldüğünde May’e "Hiçbir zaman bu kadar acı çekmemiştim, hiçbir kitapta bir varlığın bu kadar acı çektiğini, bu kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım," dedirtecek kadar derindi.

Birbirlerine bu kadar tutkunken, birbirlerini bu kadar özlerken neden hiç buluşmadıklarını, neden birbirlerini görmek için çabalamadıklarını hep merak ettim.

Korktuklarını düşündüm.

Mektuplarını yazarken ruhlarını apaçık ortaya koyabiliyorlardı, neredeyse sınırsız bir özgürlükle her duygularını, her düşüncelerini söyleyebiliyorlardı, kıskanabiliyorlar, kavga edebiliyorlardı; onların ruhlarının önünde, ruhun yolunu kesecek, onu yolundan saptıracak, şaşırtacak bir beden yoktu, hiçbir yere, hiçbir tene sürtünmeden, eskimeden ilerliyordu.

Belki de bunu bozmaktan çekindiler.

Sadece zekalarının ışıltısıyla birbirlerini etkileyebileceklerini anladıktan sonra bedenlerinin, zekalarının o büyük çekiciliğine ayak uyduramamasından, arzularının, düşüncelerinin derinliğine ulaşamamasından korktular sanırım.

Özlediler birbirlerini.

Ümitsizce özlediler.

May Ziyade, bilmediğimiz mektuplarından birinde belki de bu korkuyu dile getirdiğinden Cibran onu ikna etmeye, korkusunu yatıştırmaya çalışan mektuplar gönderdi.

"Bana aşktan korktuğunu söylüyorsun, neden küçüğüm? Güneş ışığından korkuyor musun? Denizin gelgitinden korkuyor musun? Günün doğuşundan korkuyor musun? Baharın gelişinden korkuyor musun? Aşktan neden korktuğunu merak ediyorum. Sıradan bir aşkın beni memnun etmeyeceği gibi senin de sıradan bir aşktan hoşlanmayacağını biliyorum. Sen ve ben ruhtaki duyguları sınırlamakla asla doyuma ulaşamayız. Daha çoğunu istiyoruz biz, her şeyi istiyoruz."

Karşılaşsalar, aşkları "sıradanlaşır" mıydı?

Aşk sıradanlaşmaz, biter yalnızca.

Bitecek bir aşka "sıradan" gözüyle bakıyorlardı belki de.

Bitmesin istiyorlardı.

Hiç bitmesin.

May bazen korkuyor, bazen de aşkını açıkça yazıyordu.

"Aşkın eşlik ettiği yoksulluk ve sıkıntılar sevgisiz zenginlikten çok daha iyidir. Bu düşünceleri sana itiraf etmeye nasıl cesaret edebiliyorum. Tanrı’ya şükürler olsun ki bunları söylemeyip yazıyorum, çünkü şu anda burada olsan, hemen geri çekilip uzunca bir süre senden kaçarım ve söylediklerimi unutuncaya kadar da beni görmene izin vermem."

Karşılaştıklarında, kaçınılmaz olarak "bir kadın, bir erkek" olacaklardı, Cibran’ın peygamberce sözleri, May’ın derinlikli anlatımı yerini, onlara sıradan geldiğini sandığım "şehvete" bırakacaktı; o mektuplarda kendini gösteren ruhlar, birer beden kazanacaktı ve bedenin sınırları içine hapsolacaklardı.

Bu muydu acaba korkuları?

Peki, aşk korkar mı?

Korkmaz bence.

Onlar birbirlerini görmeden aşık oldukları için, aslında "eksik" bir aşk yaşadıkları için, o eksiklik korkuyla doluyordu, bunu gidermek için bazen bir aşığın yazamayacağı kadar parlak bir anlatımla yazıyorlardı.

"Güneş ufukta kayboldu, harika şekilli güzel bulutların arasından parlak tek bir yıldız belirdi, Venüs, Aşk Tanrıçası. Bu yıldız da bizim gibi aşk ve arzuyla dolu insanlar mı oturur acaba? Acaba Venüs de benim gibi mi ve kendi Cibran’ı mı var -kendi uzakta ama aslında çok yakında olan güzel varlık- ve acaba o da şu anda, ufukta titreyen alacakaranlıkta, alacakaranlığı karanlığın izleyeceğini ve karanlığı ışığın izleyeceğini ve günü gecenin izleyeceğini ve geceyi günün izleyeceğini ve sevdiğini görmeden önce bunun defalarca tekrarlanacağını bilerek ona mektup mu yazıyor. O zaman o da elindeki kalemi alacak ve karanlıktan, bir adın kalkanına sığınacak: Cibran."

Bir aşkın içine başka hangi duyguların sızdığını hiçbirimiz bilemeyiz; aşk herkes için aynı parlak alevli deliliktir ama her aşkın içine sızan duygular farklıdır, insandan insana, ilişkiden ilişkiye değişir.

Cibran bir yazardı.

Ve onların aşkı "yazıyla" ilerliyordu.

May, bir yazarın aşkını sadece yazının çekiciliğiyle ayakta tutmaya çalışmak gibi zor bir iş üstlenmişti ve büyük bir ihtimalle onun aşkına "iyi yazamamak, yazıyla yeterince etkileyememek" tedirginliği sızmıştı.

Cibran bir keresinde, "İkimiz de bütün becerileri, yetenekleri, bezemeleri ve düzenlemesiyle konuşma sanatını kullanma eğilimindeyiz. Sen de, ben de, dostlukla konuşma sanatının pek kolay uyum sağlayamadığını anlamak zorundayız. Yürek yalındır, May, yüreğin görüntüleri de temel şeylerdir, oysa konuşma sanatı sosyal bir araçtır. Bu nedenle konuşma sanatından yalın konuşmaya dönme konusunda anlaşalım mı?"

Bence, aralarındaki mektuplaşmada "aşkı" en çok dile getiren mektuplardan biriydi bu.

Gösterişsiz, süssüz, karşısındakini en yalın, en çıplak haliyle görmek isteyen sade satırlar.

Bunu pek başaramadılar.

Eğer Cibran’ın istediği bu yalınlığa ulaşsalar, sadece bir ruh, sadece bir zeka olmak tutkusundan kurtulabilseler, bu sadelik içinde ruhları kaçınılmaz olarak bir bedene ihtiyaç duyacaktı o zaman; iki ruhtan iki insana dönüşecekler, aşkı sevişmeden kopartmayacaklardı.

Belki yirmi yıl sürmeyecekti ama sürdüğü kadarıyla muhteşem olacaktı.

Birbiriyle gizliden gizliye yarışan iki zeka, bedenin sıcaklığını ve şehvetin çılgınlığını da yanına alarak az rastlanır bir aşk yaratacaktı.

Buna cesaretleri yetmedi.

Yakıldığında görülmemiş kıvılcımlar, renkler, şekiller ortaya çıkartacak bir havai fişeği hiç yakmadan yıllarca ellerinde taşıdılar.

Taşıdıkları şeyin değerini biliyorlardı.

Ama yandığında ne olacağını hiç öğrenemediler.

Belki de bir kere yaktıklarında kaçınılmaz olarak tükeneceğini düşündüler.

Yüzünü, sesini, kokusunu bilmeden özlediler birbirlerini.

Birbirlerini görmeyerek bir aşka ihanet mi ettiler yoksa bir aşkı kendi arzularından bile mi korudular, bilemiyorum.

Şu küskün ışıklı sonbahar gününde, adını, yüzünü, sesini bilmediğim, kendi hayatımın girdabında varlığını dalgaların kapattığı, bazen yalnızca bir siluet halinde sezebildiğim isimsiz bir hayali özlerken bile onların aslında aşklarına "ihanet" ettiklerini düşünüyorum.

Ben kimi özlediğimi bile bilmiyorum ama onlar biliyorlardı.

Beğenilmemekten çekindiler herhalde.

Birbiriyle kaynaşan ruhlarını öksüz bıraktılar, bedensiz bıraktılar, şehvetsiz bıraktılar.

Bir hayal olarak kalmak istediler.

Sadece bir hayal.

Beğenilen bir hayal.

Soluk pembe narlar büyüyor, ani akşam yağmurları bastırıyor, ıssız koridorlarda başını pencereye dayayan çocuğun yalnızlığı günün keskin ışığında gösteriyor kendini, loş ve gölgeli odalarda duramıyorum, gideceğim yeri bilmiyorum, neyi, kimi özlediğimi bilmiyorum, cam bir kuyudan düşer gibiyim.

Bu keskin mavi ışık yerini yağmurlara bıraktığında ben kurtulacağım.

"Hiçbir zaman bu kadar acı çekmemiştim, hiçbir kitapta bir varlığın bu kadar bu çektiğini, bu kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım," diyen May...

O, hiç kurtulamayacak.

AHMET ALTAN / 16 Eylül 2007



Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası'nda yer alan metin, resim, fotograf ve diğer tüm içeriklerin hakları asıl sahiplerine aittir! Söz konusu bu kaynaklar, sahiplerinin rızası olmadan, basılı ya da dijital başka ortamlarda yayınlanamaz! 
kosektas.net,

Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası


www.kosektas.net|İletişim: kosektas@kosektas.com|Son Güncelleme: 07 Aralık 2023


İslamo-Faşizm - Dr. Merdan Yanardağ: Gericilik ile hesaplaşmasını tamamlayamayan ve devrimini yarım bırakan toplumların karşılaştığı sorunlarla mücadele ediyoruz. İhanete uğrayan bir devrimin yol açtığı tarihsel ve sosyolojik sorunlar adeta nefes alamaz hale getiriyor.
28.11.2023
Sonbahar 2021 sezonumuzun bizim için önemli gelişmelerinden biri Amerikalı akademisyen yazar Samantha Rose Hill'in, Hannah Arendt biyograsinin yayımlanmasından çok kısa bir süre sonra Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi için özel bir konuşma yapmayı kabul etmesiydi. Samantha Rose Hill'in yaptığı konuşmanın tam metnini ise aşağıda, Nâzım Hikmet Richard Dikbaş'ın İngilizce aslından yaptığı çeviriyle yayınlıyoruz. Herkese merhaba, ben Samantha Rose Hill, Hannah Arendt biyografisinin yazarıyım. Bard College Hannah Arendt Siyaset ve İnsan Bilimleri Merkezi’nde kıdemli öğretim görevlisi, New York’taki Brooklyn Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nde sözleşmeli öğretim üyesiyim. Çalışmalarıma www. samantharosehill.com adresindeki web sitemden ulaşabilirsiniz. Bugün size biraz Hannah Arendt’ten bahsedeceğim. Kimdi Hannah Arendt? Ve 21. yüzyılda bizim, liberal demokrasinin bugün içinde bulunduğu krizi anlamaya çalışmak adına başvurduğumuz bir düşünür olarak neden tekrar gündemimize girdi?
12.12.2022
10 yıl boyunca tarikat ve cemaatler içerisinde yer alan ve şeyh yardımcılığına kadar yükselen Tekeli, "Bütün şeyhler, tarikatlar, cemaatler sahtedir. Buralarda tecavüz ve taciz vardır. Tacizin ana kaynağı sadece tarikatlar değil, kuran kursları, yurtlar ve cemaatlerdir. Bunlar din pazarlayan, namussuz ahlaksız insanlardır. Ben bunların hepsini gördüm ve yaşadım” dedi. Tekeci ayrıca, mahallelerde açılan “Sıbyan mektepleri”nin ne kadar tehlikeli olduğunu, devlet kurumlarının hangi cemaat ve tarikatlara paylaştırıldığını detaylarıyla anlattı.
12.12.2022
Merdan Yanardağ, bu kitapta insanlık tarihinde kalıcı izler bırakan büyük bir medeniyetin, geri kalmışlık ve sefaletinin nedenlerini sorguluyor. İslam dünyasının içine sürüklendiği şiddet / terör sarmalının kaynaklarını araştırıyor. • Bu kitap, insanlık tarihinin en büyük entelektüel intiharını ve uygarlık dramlarından birini anlatıyor. Bu anlamda elinizdeki kitap, Batı kültür havzasında yaşayan toplumların, Ortaçağı aşıp, akıl ve bilim çağını yakalamalarına karşın, İslam dünyasının bunu neden başaramadığının hikâyesidir.
12.12.2022
Prof. Dr. M. Orhan Öztürk, Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlanan Biat Toplumunun Kökenleri: Özerk Benlik - Kul Benlik adlı incelemesinde, özerk benlik, kul benlik kavramlarını, “biat toplumunun ruhsal kökenleri”ni örneklerle tanımlıyor. Toplumumuzda günden güne artan kadın cinayetlerinin, çocuk istismarlarının, hayvanlara karşı şiddetin, doğaya ve çevreye karşı vurdumduymaz davranışların temelinde nasıl bir ruh hali vardır? Toplumun ve devlet yönetiminin hemen her kesimini sarmış görünen değerler yozlaşmasının kökenleri nelerdir? Cumhuriyet’in önemli atılımlarının ve Dil Devrimi’nin, özerk benlikli yurttaşlar yaratmadaki rolü nedir? Sorunlarımızın kaynaklarını tanımadan neyle savaşacağımızı bilebilir miyiz?
10.12.2022
Soluk soluğa girdi muayenehaneye ve “Kocam ölüyor, yetişin doktor bey,” dedi; felfecir okuyan gözleriyle. Kısa bir soruşturmadan sonra, kocasını arı soktuğunu, arı zehrine karşı alerjisi olduğunu öğrendim; acil çantamı alarak ve Park Taksi durağından bir taksiye binerek, Dikili’nin İsmet paşa Mahallesinin yukarı kısımlarına doğru çıkmaya başladık. Hem hastaya nasıl bir tedavi uygulamam gerektiğini düşünüyor, hem de arabanın geçtiği sokağa bakıyordum.
27.01.2016
20. yüzyılın başta gelen bilim felsefecisi Karl Popper 1973 yılında Cambridge Üniversitesi'nde verdiği bir konferansta "anlamlılığın anlamı nedir?" (what is the meaning of "meaning"?) sorusunu irdelemekteydi. Popper, insanı insan yapan, adına “dil” dediğimiz çok yönlü ve karmaşık mekanizmanın niteliğini ve günlük yaşamdaki işlevliliğini, kendi bünyesindeki dilbilgisi, sesbilgisi, sözdizimi, anlamlılık (semantik) yapılarıyla, somut ve şeffaf matematik - fizik işlemleri gibi, bir yandan saat gibi tık tık çalışan düzenli bir sisteme, öte yandan, algılanması güç soyut ve bulanık kara bulutlara benzetiyordu. Başlığı “Dil, bir saat ve karabulutdur” şeklinde olan konferansını, “Tüm fizik ve matematikçiler dilbilimci olma özlemindedir. Her dilbilimci de fizikçi veya matematikçi olma özlemindedir” (!) sözüyle konuşmasını bitiriyordu.
23.02.2013
AA - Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık'ın Nazım Hikmet'in doğumunun 111'nci yıl dönümü için hazırladığı ''Alnımın Çizgilerindesin Memleketim-Nazım Hikmet'in Yolculuk Fotoğrafları Sergisi'', 30 Ocak'ta açılacak. apı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık'tan yapılan açıklamaya göre, sergi, Nazım Hikmet'in ''rüyalarımın memleketi'' diye adlandırdığı Moskova'ya üçüncü gidişinden sonraki 1951-1963 yılları arasındaki fotoğraflarını kapsıyor.
24.01.2013
Yurt dışına seyahate gitmeden önce mutlaka gideceğim yerlerle ilgili araştırma yaparım. İnternetten indirdiğim pdf broşürler, haritalar (metro, tramvay dahil), görülecek yerlerle ilgili bilgilerden derlediğim word belgelerim günler öncesinden hazır olur. Bunun için de ciddi bir hazırlık gerekir; çünkü internetteki bilgi yığını içinde aradığıma ulaşmak her zaman kolay olmuyor, zaman alıyor. Bir de yabancı dile çok hakim olmayınca işler daha da zorlaşıyor (Ne de olsa İngilizceyi 17 yıl önce öğrenmişim, ne yazık ki çok çabuk unutuluyor günlük hayatta kullanmayınca) Yine de uzun geceler boyunca bilgisayar başında dersime iyice çalışırım ben. Gittiğimde de kimseye bir şey sormaya bile gerek kalmadan her yeri -genellikle- bulurum. Derya Çölaşan http://geziyazilari.net/?page_id=10
30.05.2012
İnsan var olduğundan bu yana güzeli, iyiyi bulmak için kendince arayışlara girmiş, önce kendini düzeltmekle başlamış işe, sonra doğadaki diğer güzelliklerle buluşarak onların içine kurulmuştur. Sanat her şeyden önce bir güzelliktir.Sanatçı ise durmadan bu güzelliğin peşinde koşan ve onu yakalayabilen kişidir. Sanat, içimizdeki iyilerin dışa vurumudur. Bazen bir coşku, bazen bir boşalma olarak karşımıza çıkar. Sanata önem veren ve bunu içinde duyan birey ve toplumlar daha barışçıldırlar. Sanatın özü duygulardır. Duyguların kaynağı sanatçının içidir.
17.04.2012
 1 
Norveç Ağacı
Norveç Ağacı
Haruki Murakami

"Norveç Ağacı", Japon yazar Haruki Murakami'nin 1987 yılında basılan bir romanı. 1987'de basılan bu kitap, 1960'larda geçen bir yetişkinliğe geçiş hikayesini anlatıyor.

Hikaye, insan ilişkilerinin karmaşıklığıyla boğuşurken aşkı ve kendini keşfetme yolunda ilerleyen bir gencin, Toru Watanabe'nin etrafında dönüyor. Romanın başlığı, romanda tematik önem taşıyan The Beatles'ın "Norwegian Wood (This Bird Has Flown)" şarkısından esinlenilerek konmuş. Murakami'nin çalışmaları büyülü gerçekçilik, iç gözlem ve çağrıştırıcı hikaye anlatıcılığının karışımıyla tanınıyor.

Özetle “Norveç Ağacı", baş kahramanı Toru Watanabe'nin 1960'ların Tokyo'sundaki üniversite yıllarını konu alıyor. Hikaye, Toru ve Kizuki'nin kız arkadaşı Naoko'yu derinden etkileyen, arkadaşı Kizuki'nin intiharının anısıyla şekilleniyor. Toru, kendi akıl sağlığı sorunlarıyla boğuşan Naoko'yla romantik bir ilişkiye giriyor. Hikaye ilerledikçe Toru, nerede ne yapacağı belli olmayan bir sınıf arkadaşı olan Midori ile de karşılaşıyor.

Roman aşk, kayıp ve anlam arayışı temalarını araştırıyor. Toru'nun Naoko ve Midori ile ilişkileri, insani bağlantıların karmaşıklığını ve kişisel mücadelelerin yakınlık üzerindeki etkisini yansıtıyor. 

Murakami, gerçekçi tasvirleri büyülü gerçekçilik unsurlarıyla harmanlayarak zengin bir duygu dokusu örüyor. The Beatles'ın şarkısından ilham alan başlık, karakterlerin nostaljik, melankolik ve zamanın akışıyla dokunaklı bir metafor görevi görüyor.

"Norveç Ağacı", çağrıştırıcı hikaye anlatımı, karmaşık karakter gelişimi ve derin temaların araştırılması nedeniyle övgüyle karşılanmış ve çok okunan bir roman.

Roman, aşkın ve onu kaybın karmaşıklığını derinlemesine inceleyerek bu deneyimlerin karakterlerin kimliklerini nasıl şekillendirdiğini tasvir ediyor.

Karakterlerden baş kahraman Toru, okuyucu için bağ kurulabilir bir mercek görevi görüyor. Onun içe dönük doğası ve duygusal yolculuğu, romanın daha geniş temalarını yansıtıyor. Naoko'nun kırılganlığı ve Midori'nin canlılığı, aşkın ve insani bağın farklı yönlerinin keşfedilmesine katkıda bulunuyor.

Roman, 1960'larda Japonya'daki öğrenci hareketinin arka planında geçiyor. Murakami, zamanın sosyal ve kültürel değişimlerini yakalayarak karakterlerin deneyimleriyle incelikli bir bağlam sağlıyor.

Murakami'nin düzyazısı sadeliği ve duygusal yankısı nedeniyle övülür. Birinci şahıs anlatımı, okuyucuların Toru'nun düşünceleri ve duygularıyla yakından bağlantı kurmasına olanak tanıyor.

Roman, Naoko'nun mücadelesi üzerinden ruh sağlığına değiniyor. Murakami bu temayı hassasiyetle ele alıyor, bireyler ve ilişkiler üzerindeki etkisini tasvir ediyor.

Beatles'ın şarkısının merkezi bir motif olarak birleştirilmesi, romanın hafızayı ve zamanın geçişini keşfetmesinin altını çiziyor ve anlatı ile kültürel ortam arasında dokunaklı bir bağlantı yaratıyor.

Kısaca "Norveç Ağacı", duygusal derinliği, incelikli karakterleri ve temaların ustaca iç içe geçmesiyle öne çıkıyor. Her ne kadar geniş bir beğeni toplamış olsa da roman, Murakami'nin belirli karakter dinamiklerini ele alış biçimine ilişkin tartışmalar, romanın eleştirel analizine katmanlar katıyor.

Britannica l Japanese Literature